1 Mayıs 2012 Salı

Makalat - (2. Bölüm)

(M. 99) Benim nefsim bana öyle uysallık gösterir ki, Önüme yüz binlerce helva ve kebap getirseler, gerçekten isteğim
bile olsa, başkalarının can attıkları o yemeklere asla dönüp bakmam. Vaktinde ona vereceğim arpa ekmeği, vakitsiz vereceğim
kebaptan daha hoştur. O kapalı kaldı.
Hikmet ehli bilginlere göre küçük âlem, insanın yaratılışında gizlidir. Büyük âlem de, bu bizi çevreleyen âlemdir.

Peygamberlere göre de, dıştaki bu âlem, küçük âlemdir. Büyük âlem, insanoğlunda gizlidir. Şu halde sen de bu âlemden,
insanlık âleminden bir örneksin. Neden sen de bana bir armağan vermiyorsun? Mademki sen bir yadigâr alıyorsun, sen de
bana bir yadigâr ver ki, bir vakit seni anayım, öyle dostlar tutalım ki, onların arzusu ile yürüyelim. Onlar da o saygısızlığı
göremiyorum ki, ona göre hüküm verelim. Onlar öyle dostlar olmalı ki, bu ötekinden daha kuvvetlidir diyebilelim.
Şiir:
Seni, incinirsin diye gönlümde saklayamam, Alçalırsın korkusu ile gözümde de tutamam, Seni gözümde, gönlümde
değil canımda saklayayım ki Son nefesimde bana son yar olasın.
Senin aşkında, benden başka kimse sebat gösteremez. Benden başka hiç kimse çoraklığa tohum ekmez. Düşmana
da, dosta da seni kötülemek istiyorum ki, seni benden başka hiç kimse sevmesin.
Âşık, bir vakit, o kötülemekten sevgiliye bir zarar gelmemesini ister. Onu incitmemeyi düşünür. Ama ona bir elem ve
ıstırap gelecekse, vay o güne! Ben Allahtan altın isteyeceğim, o da hemen verecek; bu para ile bir köle satın alacağım, ona
bilgi öğretecek, kendimi oyalayacağım. Evet, Allah altınlar verir. Yahut istemesem de verir. Bana veriyorsun ve diyorsun ki,
«Bu para ile bir değirmen satın alacaksın onu benim için al; senin hesabına döndüreyim.» Değirmen taştan ve demirdendir.
Bu ise etten, deriden, sinirden ve damardan yapılmıştır. Ayrıca bunun canı ve hayatı vardır. Eğer sen vermezsen ben kendim
dönerim. Bu yüzden her gün bana birçok itirazda bulunurlar; onun üç beş kuruş kazanması bundan daha faydalı idi, derler.
Çocukluğumda benim iştahımı kaçıran işte bu söz olmuştur. Aradan üç dört gün geçtiği halde hiç bir şey yemiyordum. Sade
halk sözünden değil Hak sözünden bile ürküyordum; sebep yokken yemekten içmekten kesilmiştim. Babam, «Oğlum ye!»
dedikçe ben, «Bir şey yiyemiyorum,» diyordum. Artık zayıflıyordum, kuvvetim o dereceye varmıştı ki, istesem pencereden
kuş gibi dışarı uçarım, dedim. Bunda keramet var ama sana açıklamak istemiyor, dediler. Mucizeyi inkarcılığa karşı gösterirler.
Sen eğer tam manası ile inkarcı değilsen, sana bu açıklanmaz. İsteyene açıklanır. Bu bir topluluk içinde olur. Bir köşecikte
değil; etrafımızda bir insan topluluğu var. O tek bir kimse olsa idi sözleri kuru davadır derlerdi. (M. 100) İşin kötü tarafı
Mevlânâ bana dün, «Bahaeddin onlar ile birlikte oturduğu için senin sözünü soğuk karşıladı,» dedi. Bana gönül vermedi ki,
Bahaeddin'e sadece «Bahaeddin» diyeyim. «Mevlânâ Bahaeddin,» demek böyle dostlar için teveccüh sayılmaz, bunu gönül
istemiyor. O ok atmayı bilmez; bununla beraber ilmini, usulünü iyi bilir. O isterse iş başka olur. Elbette başka şey istemiştir. O
ulu Allahnın vatanını, müminin sevgilisi ve dileği olan o kutsal yeri (Kabe'yi) istemiştir. Ama denilemez ki, mutlaka onu
dilemiştir. Eğer bir şey istemişse bunu istemiştir derler.
Şimdi Mevlânâ'nın «İncindim,» dediği meseleden söz açayım. «Mevlânâ'nın sözlerinden Şems çok faydalanıyor,»
demişler. Evet bana şu yönden faydası var ki, bu surette bize yardımcı olur, bana bazı işaretlerde bulunur. Ama o işaretler
size değil, yalnız banadır. Onun hitabı da size değildir. Görüyorsunuz ya, beni bir garip olarak nasıl buldu; nasıl rahata, huzura
kavuşturdu! Şu halde Mevlânâ kimin Mevlânâsıdır? O bir kimseye bir isim koyarsa (kimi tutarsa) asla ondan vazgeçmez. Gece
görmüş olduğu her rüya, sabah namazından önce gerçekleşir; ikinci namaz vaktine kadar tesiri devam ederdi. Bunun âdet
halini almaması için yürekten gelen bir gayretle uğraştım. Bu nasıl şeydir? Bu başka bir namaz mı sayılır?
Bahaeddin bir aralık, dalından koparak yere düşen bir sonbahar yaprağı gibi ayağıma kapandı. Bu hal, bir kere, iki
kere değil, hayli zaman sürdü. Rengi toprak gibi olmuştu. Bir gün şöyle bağırdı: «Mev-lânâ'nın önünde oturan Şemseddin sen
misin?» «Evet benim,» dedim. Yanımda oturdu. Bulunduğumuz küçük kervansarayın ufacık bir odasından ona sesler geliyor,
«Nerdesin, nerdesin?» diyorlardı. Şimdi bu kadar yeter...
Herkes bilir ki, Tekkede, cansız bir varlık bile yedi aydan fazla bana tahammül gösteremez. Medresede beni
dinleyenler divane olurlar, ama akıllı kimseleri niçin deli etmeli? O zaman, onlarla konuşmaya imkân olmaz. Ancak şu var ki,
ben sofî olayım, olmayayım bu dergâh temiz insanların yeridir. Onlarda satın almak, pişirmek kaygısı yoktur. Cansız varlıkların
da ayrılma ve birleşmeleri vardır. Ancak onların iniltileri duyulmaz. Nasıl ki, Kuran'da da, «Hiç bir varlık yoktur ki, kendine
mahsus dili ile Allah'yı övüp ululamasın,» (îsra sûresi,44) buyrulmuştur. «Ama biliyorum ki, ben buraya oturmak için
gelmedim. Hazırlanın da artık beraberce gidelim,» dedi Bahaeddin. Ben, «Bugün hazırım,» diyordum, sonra vazgeçiyordum.
«O hücreye her gelişinde hiç eli boş gelmiyorsun,» diyordu. (M. 101) Ben de ona, «Sen böyle bir şeyleri düşünme,» dedikçe
o, «Hoşuma gitmiyor!» diyordu.
Bir gün de, Aksaray'da Hacı Ebûbekr'den ödünç bir şeyler almak istiyordu olmadı. «Eli boş nasıl gidebilirim?» dedi.
Ben, «Vazgeçtim,» dedim. O halde, «Dostlara himmet için yararlı bir iş yap,» dedi. Evet, üç kere selâvat getirin ve Alla
Hümme Salli Âlâ Muhammedi deyin. Başka ne yersin? Ne pirinç, ne pirinç, ne et, ne et... Zehra diyordu ki: «Burada dervişin
neler yaptığı, senin yaptığın ve başından geçenler Mevlânâ katında bilinmektedir.» Derviş o mertebeye ne ile geldi? Onun işi,
hep hayırdır. ;
Biri satranç öğrenmek için altı bin kere oynamıştı. Toprak üstüne oturmuş bugün de oynuyordu, önce ruhlardan iki
tanesini çıkarıyor, sonra da piyadeleri atıyor; böylece her gece bir Mağripli ile üç parti oynuyorlardı. Atı ve ruh'u çıkarırdı, ben
de ayakta seyreder sonra otururdum.
Akıllı ve insanoğlu olan odur ki, hep kendi mektubunu okumasın; arada dostun mektubunu da okusun. Senaî ne güzel
söylemiştir dedi Mevlânâ:
Her türlü aşırı isteklerden, cimrilikten arınmış bir kalp göreceksin.
«Bu güzel!» dedim. Bu cevabım hem Mevlânâ'ya hem de Senaî'ye idi. Yoksa istese idi, ayağı yanık Şerife de cevap
verirdik. O, Seyrül-ibad kitabının sonlarında Senaî'ye verilen bu cevabı soğuk bulmuştur. Onun gönülden haberi yoktur. O
kalp, o gönül nerede? O aşağılık adama öğüt vermişler, nefsini pislikten, cimrilikten, kötü huylardan temizle ki, cehennemden
kurtulasın, demişler ama kalp ve gönlün niteliklerinden söz etmemişler.
Yüce Allah, «Yerler ve gökler beni kavrayamadı, ama ben mümin bir kulumun gönlüne sığdım,» ve ayrıca, «Müminin
kalbi, Allahnın iki parmağı arasındadır,» ve yine, «O, sizin kalbinize bakar,» gibi kudsî hadislerle kalp mertebesine işaret
buyurmuşlardır. Şu halde, «Aşırı isteklerden ve cimrilikten arınmış bir kalp göreceksin,» diyen Senaî'nin bu sözü üzerinde çok
düşündüm, hatırımı zorladım; bu mananın belgesini bulayım dedim. Mevlânâ, Senaî'nin şu anlamdaki beytini de okudu.
Beyit:
Ey Senaî gel bu âlemde kalenderler gibi yaşamaya baki
O, temizlikten dem vuran kuru davacının gözlerine toprak saç!
(M. 102) işte kuru davacıların yoksunluğu, onun habersizliği bundandır. Nasıl ki, Bayezid, ömrünün son gününde
zünnar istedi. Şahadet getirdi. «Şahadet ederim ki, Allahtan başka ilâh yoktur, şahadet ederim ki, Muhammed Allahın
elçisidir,» dedi. Şimdi burada iki görüş vardır. Bazıları onun Müslüman olarak öldüğünü bazıları da, kâfir gittiğini söylerler. Bir
kimse bu saatte iman getirebilir ve, «Ey ulu Allahm,» der, «sen öyle bir kerem sahibisindir ki, bir kâfir senin hakkında yetmiş
yıl uygunsuz sözler söylese de son vaktinde yine sana dönse ve iman getirse kabul edersin,» diyebilir. Hazreti Muhammed'e
ümmet olmak nerede? Hazreti Muhammed nerede? Ona hem surette, hem manada uyabilmek nerede? Yani nerede bir ışık ve
aydınlık görürsen Muhammed onun göz nuru olur; onun gözü de Muhammed'in gözü olur. Sabır ile daha başka niteliklerle
süslenmiş olur. Bırak başka sıfatları, sabır'la ve daha güzel vasıflarla bezenmiş olur.
Şeyh nedir? Müridin varlığı nedir? Ancak yokluk değil mi? Zaten, mürid yok olmadıkça mürid olamaz.
Hamamda iki adam, birisine bir emanet bıraktılar. Bunlardan biri yıkanıp çıktı; bıraktığı çantayı istedi ve alıp
hamamdan gitti. Biraz sonra arkadaşı çıktı. Hamamcı, «Para bendedir, ancak o arkadaşı getir de al paranı!» dedi.
Ben şimdi hak erenlerden, halktan gizli yaşayan o topluluktan söz açmak istemiyorum. Onlar böyle imkân buldular,
böyle yaşadılar, geçip gittiler. Ben de dedim ki: Mevlânâ'dan başka hiç kimse ile konuşmayayım, yalnızca Mevlânâ ile sohbet
edeyim. Şimdi gel de kulağına söyleyeyim; ben bir iş yapmak istiyorum. Ama Allah engel olursa beni dinlemez. Bizi gören
kimse, ya Müslümanın Müslümanı, ya da zındığın zındığı olur. Çünkü bizim manamıza erememiş olanlar ancak dış yüzümüzü
görürler; ibadetlerimizde dış görünüşü bakımından eksiklik bulurlar. Çünkü onun himmeti yücedir, bu ibadete de ihtiyacı
kalmamıştır sanırlar. Âlemlerin gerçekten bağlılık sebebi olan iba-det'ten uzaklaşırlar. Bir kere benim arzuladığım şey, senin
dediğin gibi değildir. Sen diyorsun ki, «Arzu edilen hep odur, onu inciten bir şey var ama eli ona erişemez.» Bu Sunnîlerin
mezhebi, uygulamada Mutezile mezhebine daha yakındır. Mutezile mezhebi de, felsefeye yakındır. «Kardeşi için kuyu kazan,
içine kendi düşer,» derler. Bu nasıl bir inançtır? Ben ki dervişlik yönünden geliyorum, bu yol bütün korku ve tehlikelerle dolu
olduğu halde yine de yüce Allahnın koruduğunu görürsün.
(M. 103) Bu saatte sen bir dervişle berabersin. Bu nasıl korku ve kötü düşüncedir ki, bu toplum Allahya, «Öküz
çobanı Ahmet,» derler. Onları terbiye eden nedir? Şüphe yok ki bu dünyada onlar palaslarım boyunlarına asmış; o faydasız
azap içinde, o bilgisizlik ve karanlık âlemde mezarlarının kıyısına kadar sürüklenip giderler; mezar kıyısından sonra da, acaba
Allah o kulunu cehenneme kadar naz ve nimet içinde mi yaşatır? Diyelim ki, ben bir aralık kötü elbise giydim; bu benim
arzumladır, yoksa benim hakkımda Allahnın dilediği hep lütuf içinde lütuftur; kerem içinde keremdir. Ancak şu var ki benim
-lâyık olduğum şey yerine göre lütuf da olabilir, kahır da Ama lütuftan üzülüyorum ben. Bana her dört günde biraz gevşeklik,
bir uyuklama hali gelir. Biraz sonra da bu hal geçer. O zaman bir lokma bile yutamam. «Sana ne oldu?» derler. «Bana hiç bir
şey olmadı, öyle birinin divanesiyim ki, üstümü başımı yırtarım. Sana gelirsem senin elbiseni de yırtarım.» «Bir şey yemiyor
musun,» derler. «Hayır yemiyorum.» Bugün yarın, o bir gün, başka bir gün de...
Hemşeri nedir ki, benim babamın bile benden haberi yok! Kendi şehrimde bile garibim. Babam bile bana yabancı.
Gönlüm ondan ürküyor. Öyle sanıyorum ki, üstüme yıkılacak; bana güzellikle söz söylerken bile beni dövecek, evden kovacak
sanıyordum ve kendi kendime diyordum ki: Eğer benim manevî varlığım, onun manasından doğmuş olsaydı, gerekirdi ki,
bendeki mana onun yavrusu olsun; onunla uyuşsun, anlaşsın ve olgunlaşsın. Kümes tavuğunun altına konmuş bir kaz
yumurtasıyım sanki. Gözlerimden yaşlar boşanırdı.
Şeyh, hadis anlatıyor, filan hadis bilginleri ki böyle kimselerin içeride ve dışarıda kırk tane yetiştirmesi vardır; bunlar
ya divane, yahut sevdalıdır, diyordu. Kulak verdim, benim halim o hal değildi. Diyordum ki: Sen bizim babamızsın. Nasıl
oluyor da bizi götürmelerini uygun buluyorsun? Beni gizlice divane ediyorsun, kafamı bozuyorsun ben ne yapabilirim?
Mevlânâ Celaleddin, sanki beni şu zevk ve istekler âleminden ateşe sürüklüyor. Ancak, beni bağlamak için zincir
getiren o zata niyaz için nasıl gideceğim, diye düşünüyorum.
İki sevgili arasındaki davranış nasıl olursa, ben de, sana öylece gelip boynuna sarılıyorum. Başka ne .yapabilirim? Bu
niyaz ile elde edilirse, demek ki, Hakkın iradesi dileğimize göre açıkça belirmiştir. Çünkü murat yani istek iradeden pek
gizlidir. Murat, iradeyi bilir, ama irade muradı bilmez. Şu halde, o ne yaparsa Allah iradesi ile yapar. Onun için, işlerine hiç
kimsenin karışamayacağı o sevgilinin yaptığı her şey, iradeye uygundur. O her ne yaparsa iradeye göre yapar. Her ne işlerse,
iradeye uygun düşer. Bir kimseyi gördüğü zaman, onun doğuştaki halini, son durumunu, yaşantısı boyunca hangi duraklardan
geçeceğini de görür; ama asla o işleri yapmayan, Allah buyruğunu tutmayan kimse, nasıl olur da onun aksini yapabilir? O bir
yerde umut ışığı görürse belki uyanık davranır. Nasıl ki, Şeyhin nazarı ona erişmiştir dersin. Öyle bir insanın işi o yüzden
tamam olur. O, bu halin Şeyhden ve kendisi tarafından olduğunu sanır. Böyle bir Şeyhin etkisi nasıl olur? Bakarsınız ki, onda
hiç bir seyir ve sülük yoktur. Şeyh de kendisine bir şey söylememiştir. Burada Bayezid'e hıyar tarlası hikâyesini anlattılar.
Dediler ki: «Adam hiç karpuz yemedi.» Dedi ki: «Ben, Peygamberin karpuzu nasıl yediğini bilmediğim için yiyemem.» İşte
Peygambere uygun davranış burada hem suret, hem mana yönündendir. Peygambere uygun davranışı surette korumak
gerektir. Şu halde bu uygunlukta hem sureti, hem de manayı korumayı nasıl ihmal edebilirsin? Hazreti Mustafa, (Allahnın
Selât ve Selâmı üzerine olsun), şöyle buyurmuştur: «Yüce Allahm! Biz sana karşı, senin ululuğuna yaraşan şekilde kulluk
edemedik.» Bayezid ise, «Kendimi kutlarım, şanım ne yücedir!» diyor. İş böyle olunca bir kimse, Baye-zid'in bu sözüne bakıp
da, onun hali Hazreti Muhammed'in (S. A.) halinden daha kuvvetli olduğunu sanırsa çok ahmak ve bilgisiz sayılır. Eğer şeriatın
gerçek yönünü araşan, evet şeriat da vardır, tarikat da! Şeriatın hakikati kandil gibidir. Kandilin maksat ve manası ise, bir
yere gideceğin zaman sana ışık tut-masıdır.
Ona dosdoğru güvenebilirsin. Ona fitil takarsın havadan asarsın, onunla çevreyi görürsün. Ama bir yola gitmezsen
onun sana ne faydası olur? Hep yerinde duran bir ışıkla hakikata nasıl erebilirsin? Gerektir ki, hakikate eresin! Tarikat
yolundan yürüyesin! Diyelim ki, bu testi çorak bir su ile doludur. Sana, «Bu ırmak suyudur,» diyorum. «Ver bana,» diyorsun.
Veriyorum. Ama, «Bunu o acı sudan tamamıyla boşalt,» diyorsun...
Sıcaklık soğuklukla, soğukluk sıcaklıkla birliktedir. O işler soğumadıkça bu iş kolaylaşmaz. Bu söz sona ermiş değildir.
Ama uykuyu kaçırmıyor. Uykum kaçsın diye başımı sana dayadım.
Şu su ve toprak âleminin ötesinde gayb alemindeki dağın arkasında Yecuc ve Mecuc'lar (M. 105) gibi birbirimize
karışmıştık. Ansızın oradan, bize, «ininiz aşağı!» sesi geldi. Oradan bu aşağılık âleme indik. Uzaktan, karanlık ve yokluk
âleminde bir varlık belirdi. Uzaktan, kentler, ağaçlar henüz görünmüyordu. Bu âlemi hiç görmemiş çocuklar gibiydik; yavaş
yavaş yaklaşdıkca, dane ve tuzak belâsı, derece derece gözümüzün önünde belirmeye başladı. Daneye kavuşmanın zevki,
tuzağa düşmenin zorluklarına üstün gelmeseydi bu âlem, bu varlık da meydana gelmezdi. Söylendiğine göre, Âdem, uzaktan
bir taş gördü ki, heybetle kendisine doğru geliyordu. Sevgisi ayaklandı ve ona doğru koştu.
Dedim ki: Onların ululaması, saygısı ancak elli kişiyedir (!) Birisi sizin hakkınızda kadıya veya başkasına bir nafaka
davası açmıştı. Hattâ adınızı bile söylememiştir. Çok kere kadı hevadan hüküm verir ve der ki: «Sözüm onun kız kardeşi
içindik. Ona nafaka ver!» Bu sana borç sayılır. Benim korkum sizin gönlünüzü kırmaktır. Derler ki, bir şeyi almakta çirkinlik
olduğunu, onun değiştirildiğini görürsen üzülürsün. Şer yoluna gitmek insanın hoşuna gider. Bu işte sebat etmek de ona
ferahlık verir. Ama kadının hevadan hüküm vermesi bilinemez ki! O çok kere ancak şeriat üzerine hüküm verir. Fakat bazen
de hevadan, yani keyfine göre karar verir. Buna karşı tedbir alırız. Ama o zamana kadar da iş işten geçmiş olur. Bu hep
böyledir.
Sarayda bir Padişah vardır. Padişaha giden yol kapıdan geçer. Yani ona saygı göstermek için gelenler çok yüksek
olan sarayın yan duvarlarından giremezler. Allah korusun! O duvarlardan atlamak isteyenler düşerler. Her şeyi mubah gören
saygısızlar da ancak kapıda 'kalırlar. Bazı kimselerin kullukta nasıl davranacakları hakkındaki kuşkuları büyüktür. Dedim ki: Bu
eksik bir düşüncedir. Başka bir cevap daha var, ama burada söz tehlikelidir. Bu sözü çok dikkatle dinleyin. Kapı dışından
gelenlerin sultan sarayına mutlaka kapıdan girmeleri gereklidir. Ama Padişahın bazı has kulları da vardır ki, onlar zaten hep
içerdedirler. Bu çetin bir konudur. Burada büyük tehlike vardır. Hazreti Muhammed (S.A.) zaten has kullardandır. Kulluk
vazifesini tamamiyle yerine getiriyordu. Yine cevap olarak deriz ki: Hazreti Peygamber, kullukda tam kuvvet ve kudret
kazandığı zaman bile ondan kulluk manası asla eksilmez ve daima daha güçlü olurdu. Kulluğun yüksek zevkini tadardı. O
kapıda olduğu vakit kendini içerde görür, içerde iken de kendini yine içerde bulurdu. Ama başkalarında bu cihet zayıf idi; o
mana, onlarda eksik kalıyordu. Nasıl ki, Ebû Said (Ebül Hayr), Ebû Ali (Sina) için bu nasıl adamdır? demişti. Bir şeyler yaptı
ama yapmamış sayılır. Ben ve Mevlânâ, her ne kadar iş zamanında kasıtlı olmayarak ibadet vaktini geciktirmekteyiz. Buna
razı değiliz. Bunları gizlice kaza ediyoruz. Hele Cuma günleri Namaza gitmesem gönlüm daralır. (M. 106) Niçin onun
manasını bu mana ile birleştiremedim diye üzülürüm. Burada gerçekten bir üzüntü olmasa bile yine üzülüyorum. Ama bir kul
ki, ibadet ederken ansızın ilâhî hidayet onu cezbetmiştir. Hem ilk önce şu öğüdü hatırlayın ki, benim sözlerimde tekrarlamak,
yeniden anlatmak yoktur. Ne desem ona uymak yaraşır. Her ne oldu ise o hep bizim sözlerimizi tekrar etmekten oldu. Sözü
hiç tekrar etmeyin. Eğer birisi, söyleyin de bari hoşça, cana yakın ve tatlı sözlerden bir şeyler dinleyelim ne olur? diye İsrar
ederse, eski konuştuklarımı tekrar edemem. Eğer sana gerekli ise, git dinle! Sözün sırası gelince onu ben bilirim. O zaman
söyleyeceğim. Ama uygun görmezsem hiç söylemem.
Hoca Ebubekr (Sellebaf) bizim pirimizdir. Gel ki sana öpücük vereyim. Eğer şu saatte onu Kadıya götürseler bizim
lehimizde söyler. Ona bizden dinlediklerini anlatır. Kendisine, «Niçin buna tanıklık ediyorsun?» derlerse, şu cevabı verir: «Ben
ademoğluyum. Babam bir yanlışlık yaptı, Şeytan onun yönünü kesti. Sen de benim yoldaşlığımı kabul etmezsen alçalırsın,
lanete uğrarsın. Meğer bizim gözlerimiz körmüş. O sizden uzak olsun,» deyiniz. Bir hadis vardır. «Ulu Allah, varlıkları, onların
niteliklerini yaratmayı, geçimlerini, yaşantı sürelerini belirtmeyi bitirdi,» anlamındadır. Bu doğrudur ama Kuran'da da, «O her
gün yeni bir haldedir,» anlamına gelen bir âyet vardır ki, bunun, sözü geçen hadise uygun düşmesi için açıklanması gereklidir.
Burada, o her gün kulunun haliyle ilgilenmektedir, yani ezelden ebede; başlangıcı olmayan zamandan, sonsuzluğa kadar
böyledir. Nasıl ki kul da hep onun halindedir. O da böylece kulunun halinden ayrılmaz.
Dün gece iki üç kere sizi andım. Bana bir yufka yüreklilik, bir ağlama hali geldi. Hoylu Muhammed bana, «Şemseddin,
ben Sadettin'in yanında idim Ku-ran'daki, 'Cinleri ve insanları yarattım ki, bana kulluk etsinler,' anlamına gelen âyeti
yorumluyordu.» dedi. Ondan sordum: Bu Allahnın hiç bir niyaz dileği yok mudur? Diyorlar ki, hiç dünyaya gelmeseydim bu
yaratılan varlıkların bana göre bir yaban eşeği kadar değeri olmazdı. Şu halde bu nasıl dileksizlik olur; ona ne demeli? Bu
yüzden de, söylediklerin gerçeğe uygun düşmüyor. Sadettin güldü. Ona dedim ki: «Bu işe gülmek gerektiğini bildiğim için ben
de gülüyorum.» Bana, «Bu gece bizimle birlikte kal,» dedi. «Burada ne yapalım?» dedim. «Beynimi kurutuyorsun, müridleri
de kuru kafalı yetiştiriyorsun, daha ne olsun!» dedim. «Bari gideyim bir çorba içeyim.» «Git!» dedi. Karar verildi. O istiyordu
ki, senin bir zındık olduğuna fetva versin. Ona ne güveniyorsun?
(M. 107) «Ne diyorsun?» dedim. Bana, sen küfürdesin diyenin önünde ayağa kalkarak el bağlamak gerektir. O,
zahirde göründüğü gibi değildir. Ben de, böyle sanıyor ve korkuyordum ki, önce beni Şahnenin önüne çıkarır astırırlar. Bu
ondan değildir, o bizimledir. «Eğer bana gelirse koyver gitsin,» dedi. Ama ben korkmayan ancak Allahdır, diyemedim, îş verir,
anlamaz, sorar: Allah nasıldır?
Mevlânâ Celâleddin, «Ona sus dedim hele,» dedi. «Ama benim derimi yüzerler, ben onunla bir şey konuşamam.» «O
halde şimdi konuşma,» dedi. Dedim ki: «Şu kadehi eline al, sana secde edeyim.» Onu öyle bir durumda gördüm ve dedim ki:
«Kadehi ben çekiyorum, sen sus hiç konuşma.» Hoşuna gitmedi, dedi ki: «Aydınlığı kızıl altında arıyorsan dibi kurşun çıkar.»
Şemseddin diyordu ki: Bu bilgelerin hiç bir değeri yoktur. Hep, biziz biziz diye bıyık burup dururlar. Bizim bu Şahap
da ahmaktır. O da, ben şöyleyim böyleyim diye bıyık burar. O şey ki yoktur, sen kim oluyorsun? Şirin bir zındıkcık! Şems'in
sözünü başkalarından işitiyorum; bana hiç gayret gelmiyor. Ben bilmiyorum. Ben onun baş tarafını alıyorum sana geliyorum.
Mevlânâ Celâleddin, bendeki büyük korkuyu altüst eder diye korkuyorum. Dua ediyordu. Erkekliğin devamlı olsun, bu buğanın
kıçı sıkıdır. Ben yüz türlü çareye başvuruyorum. Allahm diyorum kendi kendime üç dört gün kadar vezirin tekkesine gideyim
bari. Ama büyük ziyan olacak.
Gazneli Sultan Mahmud'un, Hindistan savaşına giderken büyük bir çadırı vardı. Onu kurmak için çok güçlü seksen
kişiye ücret verirdi, ikindi namazına doğru birisi çıkageldi, «Ben bu çadırı tek başıma kurayım,» dedi. Sabah namazından önce
çadırı kurdu. Ama Padişahın yüzü ekşidi, o güzel huylu Sultan Mahmud, öfkeden yaratılmış bir insan olmuştu. Vezir
korkusundan hiç bir şey söyleyemiyordu. Ağzını açsa, bin kelle bir pula giderdi. Böylece yapılan iş boş değildir. Âlemde bu
kadar büyük iş yoktur. Fakat bütün bunlar bir nişan veya dilek uğrunda yapılmıştır.
Bunda dilekten hiç bir nişan yoktur.
Alemde, o Mansur (Hallac) kendini bir şüpheye kaptırdı. O Bayezid de, ölümü sırasında cesaretsiz davrandı.
(M. 108) Derler ki: Büyükler ki ömürlerinin sonunda tam bir inançla ona yüz çevirdiler, o sevgili nerede? Halis
inkarcılar nerede? Yol o cihetten ruh yönüne gider. Bu cihet ise saliklerin yürüdüğü yoldur. Salikler o yoldan giderler.
Bu iş medreseye gelmez, başka bir yönden de anlatılamaz. Bu dünyayı görüyorsun; bir yılın durumu bile onlara
soğukluk veriyor.
Hazreti îsa da, böylece bu dünyadan, farenin kediden kaçışı gibi kaçtı. Yiğit gerektir ki, yedi başlı arslanla oynaşsın da
gam yemesin. O ticaret kervan-sarayındaki alış verişten elde ettiği yetmiş çuval ipek ile, köle ve cariyeleri bıraksın da her
şeyden el çeksin. Bilmiyor musun ki, onu kim yarattı? Başkaları da her biri birer kurban keser, onların o kurbanda rızıkları
yoktur. Ama ben onların lokmasını yerim.
Ramazan boyunca, namazdan önce birer kurban keserlerdi. Biri dedi ki: «Bir sorayım, siz kurbanı kimin için
kesiyorsunuz? Ben imamlık ediyorum ama görmedim.» Öteki cevap verdi: «Yallah, imam efendi, birlikte yiyelim diye sizi
çağırmayı düşünmüştüm, ama beni başka birisi çağırdı, meşgul idim,» dedi. Acaba onları niçin dövmediler?
Humus yolunda, o kılavuz kaçmadı. Herkes malını önüne kattı; hep ilk kervanın önünde olanı soymuşlardı. Büyük
bilginler böyle ölü gibi, uyuklar gibi söz söylemekten uzaktırlar. Ancak rüyada Peygamberi görenlerin hali başkadır.
Beyit:
Dedim ki dikensiz bir gül koparayım,
Yahut yâr! olmayanın yâri olayım.
Yüzünü ekşitti, sözlerimden incindi. Nasıl ki yukarıda sözü geçen Sultan Mahmud o güzel huyluluğu ile hep öfke ve
hiddet kesilmişti; ne vezirin, ne devlet adamlarından hiç kimsenin onunla konuşmaya cesareti yoktu. O sırada vezirin gözü
Ayaz'a ilişti. Onun gülümsediğini gördü; hemen yanına koştu ve sordu: «Durumun ne olduğunu biliyor musun?» Ayaz, «Evet,
nasıl bilmem,» «O halde bu ne iş?» Ayaz cevap verdi: «İş, Şahın buyurduğu gibidir.» Vezir dedi ki: «Bu adam bir iddiada
bulundu, iş istediğinden daha iyi oldu. Padişah o adam yokken de aynı kerem sahi-. bi Padişahtır. Adamın bu hüneri
göstermesinden sonra da yine o Padişahtır. Bu değişme neden?» Ayaz: «Evet, orası Öyle ama Şah öyle buyurmuştur. Şaha
şöyle dedi: 'Ey âlemin Şahı! Şu hali görüyorsun, işin içyüzünü açıkla;' Sultan şu cevabı verdi: 'Kul efendiye nasıl emir verir?'
Bugün onun Padişahı odur.»
(M. 109) Gönlüm hoş oluyor. Biliyorum ki beni bir daha Kadıya götürmeyeceksin. Mademki iş böyledir bu kadarcık
yeter.
Ama çabuk söylemiyorsun. Diyorsun ki: Lokmayı böylece ağzına koy; avcuna da yavaşça kuru üzüm doldurayım!
Sarhoşum; avucun dolduysa dökmeyesin. Elini iyi tut! Bu üç oldu! Hey! Sana su da getirerek yardım edeyim. Ey Asım! Eğer
onlara bir şeyler sorarsan susturursun, sen de onlara cevap vermezsin. Sadettin-i Hamavî, ona niçin cevap vermedi. Ama o
nerede siz neredensiniz? Onun yazılarında benim sözüm üzerine akla uygun bir cevap varsa ve bu kendi kafasından ve
gönlünden doğmuşsa, yerindedir. Ama eğer bana zorluk çıkarırsa hem Şeyhlerin sözünden hem de benden bir nasip bulamaz.
Eğer hiç konuşmasa, kendisine yararlı çok büyük faydalar elde eder. Ah işte sen de böyle yap! Ah güzel nasıl olur? Ben onun
kulağına söylerken sen de işittin ah diye bağıramıyorsan, bir ah çek bari!
Sen, başlangıcı bu nükte olan o işleri bana anlatmıyorsun. Siz bunu arzuluyorsunuz, hiç hayır demiyorsunuz. Ama
hep su içer gibi bilmem diyorsunuz.
Şeyhden faydalanmak için iki soru sordum: karşılık vermedi. Acaba bizi, o vereceği cevabın faydasından yoksun mu
gördü? Yoksa onu kavrayacak kadar yeterli olmadığımızı mı sandı. Yahut da onu bilmek bize kısmet değil miydi?
Dedi ki: Onun âdeti değildir; böyle soruların cevabını vermez, ancak sırası gelir, neşelenirse söze başlar ve konuşur.
Görüyorsun ki, konuştukları, hep şundan bundan aktarma ve yapmacık şeylerdir. Ya bir hadis, ya bir hikâye yahut bir şairin
şiirini anlatır. Kendinden bir söz konuşmaz. Kendi doğuşlarından bir şeyler anlat, bir cevap söyle, diyorum! Ama, o hal diliyle
konuşuyor. Nasıl ki şu duvar, sana «Benden ne ses bekliyorsun?» der. Kinişe bu duvardan bir ses çıkacağını umar mı?
«Bu mana .açıktır,» dedi. «Sen niçin hücrede açık şeyleri konuşmuyorsun?» «Ben, kulaklarımı tutmak istiyorum,
işitmek istemiyorum», dedi. Eğer o sağ olsaydı ben ondan bir şey dinlemezdim. Çünkü onları senden işitti. Burada bilginin,
kitabın ne yeri var? «Nefsini öldürdün mü?» dedim; çünkü ölmek tekrar karanlığa düşmemek demektir. Sende o zevk sürekli
olmalı, eğer sürekli ve sonsuz değilse bütün bu haliyle diyorum ki, «Nefis ölmüştür!» diyelim. Ama kendisi yavaş yavaş ölür.
(M. 110) Şimdi bu öyle bir kimsenin yardımına bağlıdır ki, Allah onu da bir sebebe bağlamıştır. Ama, o önceden
Allahya dönmüşse, akla gelen ilk sebep budur. Şu halde o kimse gelir, seninle onun arasında yerden göğe kadar çekilmiş bir
duvar bile olsa, o yardımcı aradan o duvarı kaldırır, bir tekmede o engeli yıkar. Bundan önceki duvarları nasıl yıktığını da
öğretir sana! Şimdi senin işin onun yardımına bağlı olunca, bu sonuna kadar sürüp gider. Onun bu ilk yardımlarından sonra
da, Allah cezbesi gelir. Allanın kazasına boyun eğmek sana ne kazandırır? Onun işlerine razı olmak gerektir. O her ne yapar ve
söylerse boyun eğersin; başka bir şey yapmazsın ki, o da yardımını kesmesin! Bir şey ki yardımı artırır ona karşı saygı ve
sevgi çoğalır. Biz ölçtük, biçtik, içtik; bardaklar testiler devirdik! Öyle ki, elimizden kepçe de kâse de bıktı! Saki herkesi
bıktırdı, ama o saki de ancak bir kişiden yıldı, elinden âciz kaldı.
Devamlı şarap, şüphe yok ki aklı kaçırır. On kadehle sarhoş olmasan on iki kadehle olursun. Diyelim ki bir küp dolusu
içtin, bitirdin; başka bir küpten içersin. Sonra da batmanla içer, evde ne varsa tüketirsin. O zaman şarapçı sana der ki: Bu
meyhane boşandı ise şehirde meyhane çoktur; oralara git. Bunlar söz müdürkü söylüyoruz? Yoksa bir küp dolusu şarabı kim
içebilir? Yüz kişi bile içemez. Ama âlemde asla işitilmemiştir ki, içkiye düşkün bir adam şarabını döktüğü zaman daha ayıktır.
Yahut her kim çok sarhoş olur, gırtlağına kadar içerse daha ayıktır. Bu böyle olunca, kimdir o aklı başında olan ayık ki, aynı
zamanda bir cihanı ve âlemi akıllandırsın? îş-te bu şaşılacak bir haldir. O yiğidi görmez misin ki ilâhî şaraba kanmış olduğu
halde hep elinde şarap tutmaktadır! Varlığı baştan başa şarap olmuştur, îş-te o yiğit geldi. İşte görmüyor musun, o şarabı baş
aşağı getiren Pîr geldi, içimize düştü! Ama onun düşmesi, bin kere kalkışından daha hayırlıdır.
Allahya ant olsun ki, bizim kapıp kaldırdığımız o yiğidi, Allah yine bizden kapacaktır. N;hayet senin karşına yolda
perdeler çekildi. O Şeytan, Allahdan başkasından gelmiş ise ö yok demektir. Şeytan senin karşına çıkamaz; bunu iyi bil!
Görüyorsun ki seni nasıl kaptım, dostlarımızdan biri hatırıma geldi; düşmanlarımızdan demiyorum.
Düşmanlarımızdan, deseydim, o, dostlardan olurdu.
(M. 111) Mevlânâ'nm sözü yerindedir. Buyurmuştu ki: O kime söğerse velî olur. O sırada hatırından geçti ki, sen
geldiğin zaman biz de, o geldi, diye konuşuyorduk. Gerekmez ki, bizim sözümüzü kessin. Ben dedim ki: Burada o kadar
kuvvet var ki, onları tek renge boyayalım. içinde kıyam ve rükû gibi farzlar bulunmasa bile Allah ile birlikte olursan canına
kuvvet gelir. Tenin aradan gider, gözün akan suya döner.
Kabristana gittiğin zaman ölülere saygı göstermek, onlardan bir şey istemek vacip değildir. Ancak ölülerin halinden
sormak diriler üzerine vacip olur. Kabristandan geçerken, «Selâm sana ey müminler yurdu!» dersin. Eğer biri dese ki, «Sen
ölü müsün? Diriler ölüyle konuşmaz. Onun sesi bu âlemde değildir. O başka bir âlemden gelen bir sestir. Bundan dolayı bana
ne buyuruyorsun, ne yapayım şu âlemde?» Bunun işle ne ilgisi var? Çok söz eşek yükü gibidir, derler. Bu bellidir ama sözden
de iş anlaşılır. Ama gerektir ki, söz hem öğretici, hem de açık olsun. Konuşurken tatlı, güzel ve zevkli konuşmalı. Söz, kuru ve
tatsız olmamalı, söz ne kadar açık olursa o kadar parlak düşer. Zaman zaman hoşa giden bir sözün aksini bile söyleseler yine
ona zevksiz bir sözdür diyemeyiz. Söz vardır ki, her tarafa çekip çevirebilirsin. Nasıl ki, «Minareden atlarken yarı yolda pişman
oldu!» dediğin zaman sözünü kesmiyorum, «Söyle ama olacak şey değildir,» demiyorum. «Sende bir kuvvet varsa söylediğin
sözler bana çok çekici gelir,» dedi. Ona sordum: «Artık ne cazibe arıyorsun? Her ne söylüyorsan dinliyorum, onu doğruluk
yönüne çekiyorum, zevk alıyorum.»
Hazreti Peygamberin, «Yarabbi! Bize eşyayı olduğu gibi göster,» anlamındaki duasının içyüzünü anlamayanlar şu taş
ve kesek âleminde rahat yaşarlar. Ancak gözü açık olanlar Allah âleminde seyirci olurlar. Meğer senin de kulağın ve aklın bu
yolda değil mi? «Evet evet!» dedi. Tâ bugüne kadar yüzlerce askıda kalmış konulara değindik. Burada sana kim engel oldu?
Her yolda hevesle senin sohbetine koştum. Senin sohbetinin niteliğini soranlara, «Ben onun meclisine Kayseride uğradım,»
dedim. Şeyhin lütfü ve keremi bana erişti, onun bir işareti ile bana tımarlar bağlandı. Ancak geldiğim zaman o meclise
yaraşan nitelikler bende henüz eksikti. Sen gittikten sonra beni yalnızca yanına (M. 112) çağırdı, dedi ki: «Ben ona karşı
gösterdiğim gönül alçaklığını senin için gösterdim. Artık bunu yapmama sebep yok, niçin yapayım?» Derler ki: Müslümanlık
gerektir. Evet Müslümanlık gerekse ona çalışmalı, yoksa aldatıcı akıldan ne çıkar? Boş sözler değil mi? «Evet,» dedim.
Müslümanlık da keskin düşünceden doğmuştur, çok iyidir. Allahın seçkin kulları yok mudur ki, Müslümanlar arasından yetişmiş
olmasın ve yine aynı Müslümanlıktan onlara bir korku gelmesin? Hepsi küçük yaşlarından beri Müslümanlıktan başka bir işe
çalışmamışlardır, çalışamazlar da. Her ne kadar Müslümanlıktan ve Müslüman olmaktan kaçınsalar da, Müslümanlık onların
yüzlerinden okunur.
Başlarını sallarlar, «Evet, evet!» derler. Ben de başımı sallarım, derim ki: Böyle aşırı davranışların ne değeri var?
Eğer onu şarap alçalttıysa, şarabın etkisi altında kalır, söz söyleyemez; söylerse de belli olur, hiç anlaşılmaz, onun başı da
belâya girmez. Ancak o kimse ki, susmak yüzünden, alçalmıştır, o, şaraba dayanamaz, onun ışığından ve kokusundan
anlamaz. Onun başı kendiliğinden tehlikededir. Hallacı Mansur da bunlardandır. Ama.işte bu Hallaç o yüzden şaraptan yüz
çevirdi. Bunun âlemde bir yankısı yoktur. Ama âlemde onun sözünü de hiç kimse söylemedi, işte Hallaç garip kişi oldu. Bu
âleme geldi, gördü ve gitti. Ama ötekilerden belki daha yüz bin kişi var.
Önce ona bütün yolları kapadım. Ben şimdi söylenmiş (gevelenmiş) sözleri dinlemek istemiyorum. Sana kulak
veriyorum, senden yeni sözler istiyorum; senin sözlerin nerede? Evet kulaklarım hoşlandı. Ama kulakları hoşlanan o topluluk
da, bu yüzden kavga çıkarırlar. Eğer burada bir düşman olsaydı hemen şimdi öldürürüz derler. Mademki, aramızda düşman
yok birbirimizle mi vuruşalım? Ama kıyasıya vuruşmayalım ki, bir yerimiz kırılmasın; kimse ölmesin, birbirimizin yüzünü
mosmor etmeyelim dedim.
Ama o, «Hiç inkâr etmedi,» dedi. Ben de, «Etti!» dedim, hem de manevî inkârda bulundu. Semâm hakkını vermedi,
onu tamamiyle anlamadı, işte bu inkârdır. Yoksa sen önceden bana bu sözü dinlemekten utanç gelmiyor dememiş miydin?
Büyük Mevlânâ'nın (Sultanûl-Ulemâ) sözünü yazıyorum: Buyuruyor ki: «Eğer Hakkı göremiyorsan nasıl secde
ediyorsun? Allahdan daha büyük birisine mi secde ediyorsun? Nihayet, yazılması küfür sayılan bu sözde bir tutarsızlık var mı?
Kuran'da, «De ki, eğer deniz Allah yaratıklarını yazmak için mürekkep olsaydı, o yaratıkların sayısı bitmeden denizin suyu
biterdi, isterse denize bir kat daha yardımcı gelsin!» buyurulmuştur. Bazıları bu konuda korkmadan çok açık konuşmuşlardır.
Yusuf ve Zeliha hikâyesinde nasıl gizlilik olabilir? (M. 113) Ancak o sırrın sahibi eğer onun açıklanmasını dilerse açıklar. Yoksa
o sır var olduğu müddetçe sır olarak kalır. Bilmeyenlere göre sır yoktur, onlar?, göre her şey açıktır. Nerede o insan ki, içinde
bir sırrı olmasın; bir sır ki, Yahudilere ve. Mecusîlere kadar gelmiş, okuyan çocuklara kadar ulaşmıştır. O nasıl sır olabilir?
Evet, sır olur, ama nasıl olur Kuran'm farz kıldığı şey nasıl sır olarak kalabilir? Evet sır olur ama Kuran'm açıkça
yapılmasını farz kıldığı bir şey sır değildir. O değişik renkli de olamaz. Sır, nasıl değişik renkte olabilir? Hele sözdeki himmet
hep sürekli olursa.
Kuran'daki nâsih ve mensûh bahsine gelince, bunlar nasıl kadîm olabilir? Va'd ile Va'id de öyle değişik değil mi? Bu,
anlayıştaki eksiklikten ileri gelir. Nâsih, mensûh gibidir. Va'd de Va'id gibidir. O cihet bu sözlerle anlaşılmazsa bunu başka bir
deyimle buyurdu ki, bu sözü kapayalım.
Her gün kendi sözümü tutmuyorum. Nasılki Senâî, o kişinin attığı kerpiçleri kuvvetli şiirleri ile parçaladı; onun
ayağına vurdu. O zaman adam, «Hey, hey! Ne yapıyorsun?» dedi. Senâî şu cevabı verdi: «Sana şiirlerini çürütmek, harap
etmek galiba güç geliyor.» «Sen niçin benim şiirlerimi değersiz buluyorsun?» Adam, «Yoksa sen Senâî misin?» dedi ve
ayağına kapandı. O hilaf yani tartışma bilgisi okuduğundan dolayı tartışmacı olmuştu. Ama bu sözümden onda bir muhabbet
belirdi. «Artık onun sözlerini kırmadım,» dedi. Sen de kendi benliğinden kurtulduğun zaman ona dön; o sana dönünce sen de
dönüverirsin. Böylece susarsın. «Ama sonra ne yapayım,» dedi. Dedim ki: «Sen de kalkarsın alnına on öpücük, yüz öpücük
kondurursun, tartışma böyle olur.»
Bu soru yalnızca Reşidüddin'den mi yoksa herkesten midir? Gel ey katıksız ruh! Biz saman altından yürüyen su
muyuz acaba? Nasıl ki, su samanın altından yavaş yavaş yürürken samanın haberi olmaz. Saman, ansızın havada toz duman
olur bir hamlede uçup gider. Ama su kalır yerinde. Senin olduğun yerde dost meydandadır. Aslanı avlamak için ona karakulak
denilen bir hayvancık gösterirler. Onu görmeden aslan tutulamaz. Sofî de sürünerek olgunlaşır. Şaha-beddin (Sühreverdi-i
Maktul) Allah zatı ve zat ötesi hakkında söz söyledi.
Gönlüm Nasiruddin'i istiyor. Ziya'ya şöyle demişti: «Karım Allah yoluna gitmiyor.» O da, «Onlar uyumaktadır, uyku
çekiyorlar gerektir ki biz uyandıralım, denetleyelim,» dedi. Bir kere Şeyh Ebubekr'e murakabe sırasında dedim ki: «Ondan
yoksun kaldık.» Dedi ki, «Onun müridini görüyorsun ya!» Bu sözü aynen Şeref de, Ebubekr'den nakletmişti. Bir aralık, «Eğer
bu bulguru yemek sizde gaz yapıyorsa ben gaz yapan şeyler yiyorum. Bunu inkâr etmiyorsun ya!» dedim. «Hayır,» dedi. «O
halde neyi inkâr ediyorsun?» Onu yapmayayım da ne yapayım? (M. 114) Ev birdir, kışın bin türlü zorlukla yaşıyorum. Zaman
zaman kırlara çıkıyorum ne kadar zorlansam bir ses çıkmıyor ancak burada korkudan damarlarım altüst oluyor da-ralıyorum
ve bende gaz toplanıyor. İstiyorum ki, o saatte bir leğen çalayım da ses arada kaybolsun. Şimdi de böylece farz et, tâ ki bana
o utandırıcı hal gelmesin.
Ant olsun ki, senin yüzünü görmek bizim için mutluluktur. Hazreti Muhammed'i (S. A.) görmek dileyen kolayca gitsin
Mevlânâ'yı görsün. Rüzgârla dalgalanan çimenler gibi kendini zorlamadan onun önünde eğilsin. Bunun aksine davranmak
isteyen de dilediği gibi yaşar.
Mevlânâ'yı bulan ne mutludur! Ben kimim? Ben bir kere buldum, ben de mutluyum. Eğer inancında kuşkun varsa, o,
en kestirme yoldan kuşkularını giderir. Biz şüphemizden dolayı bunu istiyoruz ki, bir zaman ondan hoşlanasın; bir zaman da
sana soğukluk gelsin. Bu bir iş hesabı değildir, dostluk hesabı da değ Idir. Bu yol o tarafa giden kestirme yoldur. Mev-lânâ'ya
karşı günün hayırla geçsin, gecen saadetle! demenin manası nedir?
Bir gün biri sordu: «Âyetteki, 'Allahyı erken sabahlarda gece gündüz teşbih et,' diye buyurulmasının manası nedir?
Ona şu cevabı verdim: «Yazı öğrenmeye çalışan bir çocuk, ancak sözlerin alt tarafını anlar, sen de böylece sözü altından
anlıyorsun. Şu halde burada fark nedir? Mademki sen bir gerçeğe eremiyorsun o da kendi çalışması yönünden bir mertebeye
erişemez. Buradaki fark acaba ne olabilir?»
Dedi ki: «Gece şu demektir ki, bir bulut gelir, karşına bir perde çeker.» Nasıl olur ki bir velînin müridi onu yetmiş
kere görebilsin? Kitapla gönderilmiş Peygamber bile o mertebeye erememiştir. Dedi ki: «Bütün bilginlerce açıkça bilinmektedir
ki, her Peygambere bir özellik verilmiştir, İbrahim'e dostluk Musa'ya kelâm (konuşma), Hazreti Muhammed'e (S. A.) rüyet
yani Allah cemalini görme ve çeşitli arkadaşlar edinme hasleti verilmiştir.» Dedi ki: «Bunu söyleyen Ayşe midir? Yoksa
onlardan bir topluluk mu?» Hatta Ayşe demiştir ki, bunu Muhammed'in (S.A.) söylediğini sananlar kâfir oldular, İbni Abbas
dedi ki: «Ey Ayşe bize hayz (aybaşı) meselelerini anlat.» Ama o kimse ki, kendiliğinden, velilik ve peygamberlik, kendini
görmektir, derse bu yalnız bilgisiz halk tarafını korumak içindir. Bunu ancak başka sözlerle ifade ederler. (M. 115) Her ne
kadar nurların coşup taşması, ilâhî doğuşlar ve buluşlardan açıkça bahsetmezler. Bugün o bir gerçektir. Bütün bilginlerin
birleştikleri bir nokta vardır: Velî, nebinin mertebesine erişemez, çünkü velînin yahut velînin müridinin gördüğü şey, nebiden
niçin gizli kalsın? Âyette: «Bu dünyada kör olan ahirette de kördür,» buyurulmuştur. Mevlânâ'nın mektubunda yazdığı bu söz
çok düşündürücü ve heyecan vericidir. Taş bile olsa o taşlığıy-la kendiliğinden kımıldanır, harekete gelir. Hazreti Peygamber
buyurdu ki: «Zamanınızda size Rabbin:z-den gelen kokular vardır. Ancak siz ondan yüz çevireceksiniz.» Bana öyle geliyor ki,
bu hadisi, bu sözü ve tercümesini halka anlatasın, bunun manasını yo-rumlayasın! Görünüyor ki, bu güzel kokular Allah
yakınlığına ermiş öyle bir kulun nefesidir ki, saadet kimyası odur. Yoksa ne o kitap, ne o kimya, ne o saadet bununla
ölçülemez. Bu kimyadan (iksirden) bir zerre, bakırla dopdolu yüz binlerce ambara konsa hepsi de halis altın olur. O halde, o
Allah erinin nefesi nerede? diye sorarlarsa! Şiir:
Dün gece rüyamda bir pir bana dedi ki,
Aşk yolunun belâsı, hep ben ve biz sözündendîr.
Ona dedim ki, o halde ben ve biz hangisidir?
Bütün zorlukların çaresi sizdedir.
Her hangi bir şey ki Hakkın aynı değildir hep ben ve biz sözlerinden ibarettir. Hatanın kaynağı odur dedi.
Kelâm yani söz, Allah sıfatlarındandır. Çünkü Allah, Kelâm sıfatı ile görünür, kendi zatını gizler ki, söz halka erişsin de
perde arkasında kalmasın. Yoksa perdede olan Zat sözünü halka nasıl duyurabilir? Bu onun elindedir, dilerse bu perdeyi önüne
çeker, dilerse arkasına atar, onları perdeye sokmaz, derler. Perdelediği şeylerin de örtüsünü kaldırmaz. Bu sözü şu maksatla
söylüyorum: Konuştuğum zamanlarda çok kere pek tatsız hallere düşüyorum. Allahın zat'ından ayrılmaz sıfatları vardır.
Mucize ve keramet ise kulun sıfatlarıdır. Allahın mucizesi olmaz. Çok makbul kullar vardır ki, onlara Allah sıfatları yol gösterir.
Şeyhin katında olduğun zamanlarda da başka şeyhlerin yanında da, çilede kalmayınca, sana devamlı bir halvet hali gelir. Öyle
bir durumda olursun ki, hep yalnız kalmak istersin. Allahın öyle kulları vardır ki, yanlarına giden bir kimse onu daima halvette
bulur. Bana da mademki hiç kimsenin mü-rid olması gerekli değil! Ben niçin ona bir şeyler söylemek kaygısına düşeyim ki, o
da bana gücensin ve yolundan sapsın.
(M. 116) Evet hangi gün olduğunu iyice hatırlamıyorum, bir söze başlamıştım. Mevlânâ'ya gerekirdi ki o sözden
dolayı bana öfkelensin. Çünkü benim onunla aramızdaki dostluğa yaraşan da, o konuda hiç bir söz konuşmamaktı. Mevlânâ da
gönül alçaklığı gösterir; hayır derdi. Mevlânâ, benim üzerime farz veya vacib olanı ben yerine getiririm, diye cevap verirdi,
işte o gönül alçaklığı, şeyhlerden kalma bir töredir. Bu, onların yapacakları bir iş onlara yaraşan bir erdemdir. Bu, eskiden beri
böyledir. Ezelden ebede kadar da Allah ile birlikte ayakta kalacaktır. Ancak bu kulaklarla duyulmaz! Çünkü kulaklar da
toprakla doludur, gözler de. O güzel ve büyük Allah kelâmı bu kula buyurdu ki, o konuda bir kaç söz söyleyeyim, onlara
sesleneyim de yollarına ışık tutayım. Tâ içimden gelen bu sözler hiç bir zamanda söylenmiş sözlerden değildir. Ben bir kaç
örnekle yetindim. Bunların özetini Kuran'dan dinleyebilirsin. Sözün değişmesi, mananın da değişmesine delildir.
Derler ki: Hazreti Muhammed (S. A.) Hira dağın-da halvete girmişti. Buyurmuşlardı ki, bu halvet kendi kurdukları
kurallara göre yapılsın. Dedim ki: «Bunu kendileri yapmamışlardır.» Bana, «Biz senin sözüne inanmak istemiyoruz,» dediler.
Hayır asla, ama ben evvelce nakledilmiş olanlardan başka bir şey sorarsam, tefsirden bir şey söylemediğin gibi, kendi aydın
görüşlerinden de açıklamalar yapmıyorsun, dedim. Benim yanımda sözlerimin özetlerini dinledikten sonra kendimden bir şey
söyleyemem, dedi. Şu halde sakalını, bıyığını birer birer yolsam, bu benim aydın görüşümün ifadesi ve benim sözüm olur mu?
Bu yolda, bu söylediğin şeylere çok rastlanmaz. Benim emrim olmadan hiç kimseye vahiy gelmez, benim emrimle gelir, benim
emrimle gider, gibi sözler vardır. Ah, istedi ki benden bir söz işitsin! Ama onu önledim. Başını çevirdi, şaşırdı. Her şey benim
emrime boyun eğmiş, benim hükmüm altındadır; her şey benim buyruğuma ve fermanıma bağlıdır. Ansızın bir «Ah!» çekti,
başına vurarak dışarı fırladı. Ak saçları birer birer meydana çıkmamıştı ki, onları koparalım. «Niçin gitmiyorsun,
toplamıyorsun?» dedi «İstemiyorum,» dedim. «Niçin?» diye sordu. Bugün benim nefesimi kesiyorsun, bu yemek bana ziyan
verdi. Maksadın ne olduğu belli değildi, «Bana ziyam yok,» dedi; çıkar bir yürüyüş yaparsın birlikte dolaşırız. Bizimle ilimden
konuş. Orada ne dolaşıp duracağız. Eğer bu marifet altı yıl önce olaydı vakit geçirmiye yarardı. Dostlarla da beraber olurduk.
(M. 117) işitiyoruz ki bu Konya'da bir çok semâ âlemleri, davetler oluyormuş. Biz görmedik. "Yani onlarda bir hal ve
kal'dan bir şey yok. Göreceksin, dedi. Sizin cemalinizi gördüğüm günden beri, gönülde size karşı bir ilgi ve sevgi yerleşti. Eğer
hiç yazı yazmak bilmiyorsan, sana yazı öğreteyim. Ancak sen bunu biliyorsun. Ben öyle birini istiyorum ki hiç bir şey bilmez,
ama öğrenmeye heveslid r. Bunu söylediğim şu anda sen gönül alçaklığı gösteriyorsun, bu ilgi sana neden dolayı gösterilmedi
diye üzülüyorsun. Sen benim ne söylediğimi işitmiyorsun. O senin nefsini, nefsinle buldu ki, Peygambere karşı hâşâ, «Yolunu
şaşırmış,» demeyesin. Ne Allahyı kaybedip tekrar bulmakla ilgili sözlerden, ne de çeşitli söz yorumlarından başın dönmesin!
Bu her ne kadar açık manalı sözdür ama buradan Hak yolcusuna yüz milyon sır meydana çıkar. Bu manadan, Tann isimlerinin
çevrelediği engeller ortadan kalkar; bu arada, başka duvar ve engellerin nasıl aşılacağını öğretir. Nefis kelimesi iç'n «dişil»
dememişler miydi? Ben buradaki gizli nükteyi saklayabilirsem onu saklı tutayım.
Muhammed Gûyanî, «Bu ne oluyor?» diye soruyor ve tekrar diyordu ki: Evet o onlardan daha bilgindir. Yakışık alır mı
ki, o onların kadın gibi olan nefislerni bir Mevlânâ Celâleddin yapsın? Onlar bilmezlerdi ki, onların nefisleri yaratılışta inci
gibiydi.
Tusî, o buzağıyı benden soruyordu: «Ne diyorsun bu konuda?» Biri pek aşağı düştü diyor, öteki bu zikir yüzünden
olmalı diyor. Dedim ki: Hayır bu mezkûr yani Allah yönünden olmuştur. O mimber üzerinde bir kaç nağra atar. Şu halde
bilmiyor musun ki, neden bu? Ne bağırıp duruyor? Önünde başka iki buzağı daha oturmuş ama onları kendine yakın
görmüyor. Onlar da bizi kendi postuna oturtacak diye çabalıyorlar. O, özürler diliyor, «Ben onun şehrine geldim, evine konuk
oldum. Bana nimetler verdiler, hizmetler ettiler,» dedi. Bir bahane ile onları dışarı gönderdi. Benden sorular sordu. Dedim ki:
îç âlemle meşgul olan bir insan Kuran'ı ezberinde tutamaz.
Zeynedd'n-i Tusî benim müridim idi. Onun da bir müridi vardı ki, divane olmuştu. Onu daha beter bir hale getirdim.
Dedi ki: «O kim oluyor ki, benim müridim olabilsin? Ben onun g bi kimseleri hiç müridli-ğe kabul eder miyim?» Çünkü o ancak
kendi hayatını gördü. Ama o kimse ki kendini feda eder, şüphesiz diri kalır. Çünkü kendi hayatını orada görür ve nereye
gideceğini sonunda kestirir. Ama kendi hayatım göremeyen, bu hayatı nasıl hevaya verebilir? (M. 118) Meğer divane olsun ki,
ölümü hayattan üstün tutsun. Bu noktayı açıkça gören kendi hayatını ve onunla ilgisini düzenine koyar. Kâfirler ve onlara
uyanlar, ilişiklerini kesmişlerdir. Ölüden kimse namaz bekler mi? Biri gelse de ölüye, «Kalk namaz kıl!» dese, bütün akıllılar,
«Bu adam delidir, bunu tımarhaneye götürmeli, zincirlere vurmalı, her gün sopa atmalı ki, aklı başına gelsin,» derler. Ama
yarı deli olan kimse bunu işitirse, «Hayır,» der. Bu divanedir; bunu ya tımarhaneye götürmeli, yahut öldürmeli.
Sendeki o kutsal kuş, beden kuyusundan bir uçtu mu, artık oruç düşüncesinden, namazın utancından kurtulmuştur.
Çünkü ruh uçtu mu, beden ölüdür. Kim, ölüye, kalk, namaz kıl! diyebilir? Şu halde buna nasıl öyle bir teklifte bulunmak
gerekmezse, aynı sebeple, yaşıyan ölülere de bir teklif yapılmjaz. Meğerki, taklit yoluyla hatırında bir şeyler kalsın. Ama
şüphe yok ki buna da bu saatte doğrudur demek yaraşmaz.
Merhaba ey biricik dost! Nefsin bendedir; gönlün de benim hükmüm altındadır. Kâh bunun sözünü dinlerim, kâh onun
sözünü kabul ederim. Bana diyor ki, «Gel Yasin oku seni hal mertebesine yükselteyim!» Ben açım, sende de hal mertebesi
var, bende bu yoktur.
O kadın öğretmen çocuklara Arap alfabesini öğretirken, «Elif iki üstün, elif iki esre,» diye bir ezgi tutturuyor, el
çırpıyordu. Bana bir hal geldi, raks etmeye başladım. Dedim ki: Benim üstümde hiç bir şeyim yok ama, elifin iki üstünü var.
Benim kış gününde postum bile yok! Hep şeyhlerden kalma gelenekleri anıyordum. Diyordum ki: Eğer yolculuk ederse, onunla
birlikte gideyim. Onlarla demiyorum. Bununla beraber bin türlü bahane buluyorum, gitmiyeyim diye gözlerim ağrıyor,
diyordum. Gelemiyeceğim. Biz birisine bir şey söylüyoruz; onun bu işle ilgisini göremiyorsak uzaklaş diyoruz. Çünkü zorluk
olur. Böylece kurtarıyoruz. Ancak onda kendi benliğinden bir şey kalmadığı zamana kadar bekliyoruz. Nasıl ki, bedenin yarası
sağılınca üzerindeki pamuk düşer. Çelik çomak oyunu zamanında bir kere bana Cüneyd ile Bayczid'in hali geldi, onlar ne
yaptılar, diye düşündüm.
(M. 119) Şimdi Sultanın oğlu Sultan olur, meydanda top oynar, topa çomak vurur. Bu nasıl oluyor? Herkes bilir ki,
çelik çomak oynamak nerede, devlet topunu oynamak nerede? Yani meydandan ikbal topunu kapmak ve onu dilediğine
vermek başka başka şeylerdir. Allah dilerse görülecek, görülmüş olacaktır.
Mevlânâ alnımdan öptü. Ben benim, ama şimdi ben sen oldum. Tıpkı öyle görmüyor musun? Bu birliği bir kaynaşma
farzet. Kalk gidelim. Benim ne zaman arkadaşım oldun? Benle sen hangi mescitte namaz kıldık? Şimdi de ağlamak zamanıdır.
Ağlamıyorum. Ancak Perir ağlıyordu. Çeşme başında oturttum sustu. Bir Haç sarık parçası verdim. Kulağını bük de ağlasın.
Sen ve ben hoşuz ya! Allah beni senin için yaratmış. Bütün âlemi sana sattım!
Gidin, arayın! O Şemsi göremedim. Halep'te mi acaba? O iradesini yitirmiş müritlerin üzüntüsünden olacak ki, o da
onlar gibidir. Bir kaç adım gider, sonra buz gibi soğurlar. Ama eğer beni göreydi hizmetlerde bulunurdu; bırakmazdı geleyim.
Bu gümüşler de yanımda kalırdı.
Aman bir tuhaf bakıyorsun! Evet ne diyorsun? Yarabbi olmaya ki bir gün bile gönlümde ona ait saygı ve sevgiler
azalsın! Allah izin verirse sakın gitmeyi düşünme. Tâ bir hafta onu oyaladım. Parlak, aydın ve güzeldi. Mademki insaflı
davranıyorsun, ondan yüz bin nişan bulacaksın. Kâh hayal kuruyor, kâh şaşkın duruyorsun, însan oğlunun azığı gecikse de
yine kendi önüne gelir perde olur dedim.
Kötü hayaller, kötü hayal değildir. Sana da temiz, güzel ve aydın bir hayal böylece perde oldu. Ama nereye gider? O
senindir. Ancak o azık bugün vermiş olsaydı, gelecek hafta başka bir şey olurdu. O azık, bugün de sana ulaşır, çünkü senindir
o! Senin olmasaydı bile yine sana erişirdi. Çünkü öyle olmasını Allah dilemiştir. Allahnın işi böyledir. Olmayacak şeyleri
olanaklı kılar. Anadan doğma körleri bile gördürür. Göze tam bir beyazlık gelince filozofların aklı bu gözün artık görebilmesini
kabul etmez. Ama bu, Peygamberlerin aklına sığar. Hakkı elinde tutan felsefeci, «Bu benim işim değildir, bende o kudret
yoktur,» der.
(M. 120) Ama böyle söylersen kendiliğinden Müslüman olursun. Kul öyle bir durumda kalır ki, düşer, yüzüstü kapanır,
ama Allah yardımı onun elinden tutarsa yine kalkar. Tann o kulunu zikir yönünden de sorumlu tutmaz, özürü vardır, der.
İnsan sevdiğini çok anar. Hele o sevgili, Allah olursa! Ama onu gereği gibi anabilmek kimin elinden gelir? Biz hep sizi
anmaktayız; sizin aşkınızla doluyuz, istersen vur onun parmağını kır, ben derim ki o parmak eskisinden daha sağlam olur.
Lâkin sana el uzatan o edepsizlerden seni Allah korusun. Cebrailin bile bundan sonra onun ilhamlarını elinden almaya gücü
yetmez. Bir «Euzu Besmele» çekerek parmaklarını tut, öylece kaldır.
Hoş bir şaka bir Mısır altını değer. Bir Mısır altını değmezse bir Rey mangırı, bir Rey mangırı değ-mezse bir Rey
akçesi değer. Altın, mücevher değerinde olabilir.
Onlara, benim önümde şarap içmeyin demiştim. Öteki de diyordu ki: «Bizler din bilginlerindeniz, medresemiz,
mescidimiz var, korkumuz yok!» Sen kendini üzecek bir iş yapıyorsun, arada bir azar işitirsen ne çıkar? Bana söyledikleri bu
sözden ürkmedim. Küpün içine girsem de otursam bile elbisem namazdan geri kalmaz, bana ne zararı var? Zaten benim
küçüklükten beri bir korkum yoktur. Ancak uzaktan bir sarhoş görsem üzerime düşecek diye iğrenirim. Şimdi paran var mı?
Seni hacamat ettireyim de bir şerbet içireyim!
Bugün «La ilahe illallah», yani «İlâh yoktur ancak Allah vardır,» demekle önce Allahyı inkâr eder sonra Allahı anmaya
başlarsın. Halbuki kâfirler, onun birliğini isbata, ancak «La îlâhe İllallah,» dedikten sonra başlarlar. Ondan sonra da bir takım
kara ve san kuruntuları kafadan atarlar ve daha sonra da o kuruntular geçip gider. En çok aydınlık bu tevhidden sonra başlar.
Zaten işin ve düşüncenin temeli de bu dur. Yoksa hocanın ve bilgin geçinen kimsenin içtiği şey bu değildir.
Kadı Honci ona çok saygı gösterir, «O benden daha soyludur, yetkili kişidir,» derdi. Onun hakkında her ne kadar
şöyle böyle yapıyor diye söylerlerse de o aldırmaz, bunları yüzüne vurmazdı.
(M. 121) Bir gün diyordu ki: «Bize, namusumuzla bu işten vaz geçmekten başka çare yoktur.» Bana da diyordu ki:
«Benim hakkımda Kadı şöyle söyledi.» Ben utandım. Güldüler.
Küçük yaştan beri çocuklara öğretmenlik yapıyorduk. İçiyorduk. Bu bizim için eski bir adet halini almıştı. Bir kaç gün
içmezsem, bedenimde bir titreme başlar, felci andıran bir rahatsızlık belirirdi. «Güzel söylüyorsun,» dedim, «Ama yavaş sesle
konuşuyorsun. Gerektir ki yüksek sesle söyliyesin.»
O gerçekten bize bağlı ise, başlık parasını önceden verir. Şehirde hangi kadın vardır ki, başlığı peşin almıştır? Nerede
o yüzsüz kız ki, yüz görümlüğünü peşin ister? Nerede o eşek damatçık ki, onu benden üstün görür. Başlığı başka bir yere
emanet bırakır da bana güvenmez. Yahut yerine koyar. Nerede o yüz görümlüğü almamış kadın? Onun ne değeri olur! Yoksa
ben onunla nasıl anlaşırım? Elini uzattı. «Elimi mi istersin, yoksa kitabı mı?» dedim. Elimi tuttu, dedi ki: «İşte kitap!» Sözünü
tut, iki kişi arasında düşmanlık olursa huzurda barıştırılır. Birleşirlerse ne iyi! İki Allah kulu geçimsizlikte devam ederlerse,
buna iki kişi arasındaki anlaşmazlık derler. Ama bu düşmanlık ve geçimsizlik Allah ile kul arasında ise düzeltilemez. İki kişi
arasındaki anlaşmazlık iki taraflı düşmanlık demektir. O bizimle birlikte hile ile kurnazlıkla yaşıyor, bize inanarak değil. Ama
kurnazlığın tamamını da bilmiyor. Halbuki, Müslüman bütün hileleri bilir. Ben, eğer hayatta olsalardı ünlü Cuhâ'nın kurnazlığını
da bilirim, Ebubekri Rababî' nin hilesini de. Hattâ Peygamberimize hile eden Abdullah Bin Ümeyye'nin marifetlerini de bilirim.
Onlar bana bu konuda çok şeyler öğrettiler, onlardan faydalandım. Bu yüzden bütün kurnazlıkları öğrendim. Hattâ bunlar
ellerinde olmayarak benden bir tek şikâyette bile bulunamadılar. Çünkü bu işte olgunlaşmamışlardı.
Abdullah kaç kere hapis olmadı mı? Eğer kurnazlıkta olgunlaşmış olsa idi düşmanları onu hapis edemezlerdi. Belki o
düşmanlarını hapis ederdi de onların haberi bile olmazdı. Bunu bilirim, ama böyle bir davranışta bulunmadım. Çünkü ben
kurnazlığın sonunu ve derecesini de bilirim, gerçek davranışların sonucunu ve derecesini; nereden gelip nereye gideceğini de
anlarım. Bu kadın istiyor ki hem kurnazlık yapsın, hem de kimse bilmesin! Eğer yüzüğü ve yorganı hazırlattırsam, bundan
daha hayırlısı gelirdi. Bunlar kendisinin oldu. Ama eğer gerçekten bana bağlı olsaydı, ona hiç kimseye vermediğim şeyleri
bağışlardım. Kaç kere bana zahmet vermek için Kadıya başvurdu. Ama, «Kız kardeşime yedi dirhem karşılığında aldığı yorganı
getirin,» diyemedi.
(M. 122) Bilir misin sen kimsin, makamın nedir? Ben sana diyorum ki, sen öyle yüce bir kişisin ki, eğer Hazreti
Peygamber hayatta olsaydı seni yoldaş olarak seçerdi. Öteki peygamberler demiyorum. O sana geldi, seninle birlikte başka
dost seçmedi, seni halvetde ziyaret etti. Bununla beraber, sana düşmek tehlikesi görünüyor. Ama bu, kötü bir düşme değil.
«Ancak maksadı geciktirecek olan bir düşme tehlikesi bu,» dedi. Bunun üzerine kabul ettim; ama aramızda geçenleri
anlatmasını kabul etmedim. Bu, cimri likten değil. Eğer Allah kullarında cimrilik olsaydı, Allah korusun, sen beni nasıl
beğenebilirdin? Çünkü ben seninle birlikte olursam daha çok beğeniliyorum. Dediler ki: işte sen böylesin; onun seninle birlikte
olması hoşuna gitmiyoc mu? Şimdi yaptığı gibi sana bir zahmet mi veriyor? Öyle ise bu iyilikten sonra yumuşamak gerekli
oldu. Hayır ancak bunda bir ikiyüzlülük, bir nifak var ki, o başka yönden geliyor. Şüphe yok ki sen bugün güzelsin. Biz
Muhammed Güya-nî'den aydınlandık; sen de temiz kalplisin. Ondan söylemiş olduğun şeyleri dinledim. Ben artık güçsüzüm,
sana döndüm; bu noktada duruyor, seni dinliyorum. Hatırımdan neler geçiyor? Aramızda geçen tatsız hatıraları unutur, yahut
gizlersen ben de bunları olmamış sayarım. Ancak sen nerede olsan yine eksik sayılırsın. Sonra acaba benimle Mevlânâ Celâleddin'in
bu çocuğu arasında ne var diye düşündüm; Allah bilir dedim. «Acaip,» dedi. Senin bundan sonra bu olay üzerinde
durmana şaşıyorum. Şüphe yok ki, biz seninle ilk sene bir anlaşmazlık halindeydik, ama bunu sana hiç açmadım. Bunu
gizlediğim için de an-laşmamazlık günden güne arttı. Şüphe yok ki bu sözüm yanan bir ateş gibidir. Ben de ilk sene bu ateşle
kavruldum. Bir sürü hikâyeler anlattım. Artık geçen geçmiştir, ben de bu işten vaz geçtim. Zaten daha ne zamana kadar
konuşacaktın bunları? Hep eskiden beri anlatılan hikâyeler. Zaman olurdu ki, çok ateşlenirdim. Bu alışkanlık hali bende o
derecede kuvvetli olmazdı. Çünkü bende sevgi eksikliği olmakla beraber bir ikiyüzlülük de vardı.
«îslâm beş temel üzerine kurulmuştur,» anlamına gelen hadis dolayısiyle büyük bir mesele üzerinde durdum. Bizden
sordular: «Bana bir câriye verirlerse, bu meşru bir evlenme olur mu? Ayrılma veya birleşme hallerinde mihr parası vermek
gerekir mi? Ona, parası karşılığında bir şey satabilir miyiz?» «Evet, bak istediğin gibi sana teslim oluyoruz,» dedi. Bizim
sözümüze ve işimize razı oldu. «Onun işlerinden ve kendisinden sakınır mısın?» diye sorunca da, «Evet,» dedim. Eğer o, «Ben
senin muhabbetini satın almak istiyorum, ama Allahtan korkuyorum,» derse, ben de, «Dilediğin şey mümkündür,» derim.
Mademki Allah adını anarak bir söz söyledin, Allah o işe yardımcı olur. O bana bir câriye verir de ben mazeret gösterir miyim?
Bu armağanında gerçek davranmış ise hiç nazlanır mıyım?
Bana dedi ki: «Cübbeni satmaktan hoşnutsuzluk duymaz mısın?» Bu inkârı gerektiren bir soru yahut da anlamak için
sorulmuştu. Ben inkârla cevap verdim. Dedi ki: «Eğer bu ondan değildir dersem bu ö manayı azaltmaz.» (M. 123) Bu cevap
ancak sana sadaka olarak bir şey veren kimseye yaraşır. Sadaka alan kimse onu alırken nasıl bir eziklik ve gönül alçaklığı ile
alır, «Ben fakirim, yoksulum, hiç bir şeyim yok,» der. Has kulları besleyen o kimseler için demiyorum. Bu, Allahnın elinde pek
önemsiz bir iştir. Bir kimse başka birini gerçekten sevdiğini iddia ederse, ondan delil istenir. O delil ise, mal vermek, bağışta
bulunmaktır. Nasıl ki Mevlânâ da beni sevdiğini iddia etti, geldiğim zaman binlerce ihsanda bulundu, beni korudu. Bunların
hepsini Allanın bir lütfü sayarım.
Musa dedi ki: «Allahım! Bana bir arkadaş verir misin ki, ben söylemeden bana hizmette bulunsun.» Acaba verdi mi
vermedi mi? Dedim ki: «Verdiği bu yoldaş için ona başarı da verdi mi?» «Hani?» dedi. İkinci defa sordu, Hızır ona öfke ile
cevap verdi; ben sana sen benim yaptıklarıma sabredemezsin demedim mi? Bu öfke, nefisten gelen bir davranış değildi.
Allahnın has kullarında, nefisten gelen öfke nasıl olabilir? Allahya sığınırız. O Allahsal öfke idi. Ondan sakınmak gerektir.
Musa'nın başkaca dilediği özürler anlatılamaz. «Eğer senden bir şey sorarsam...» dedi. Hızır el çırptı, sevincinden
oynamaya başladı ve nihayet, «Çabuk söyle beni bu işten kurtar!» dedi. «Kendine gel!» diyordu, Allah nerede? Şimdi ne
veriyorsunuz ki? Büyüklerden biri bana bir şey anlattı. Ben onu kuru sözlerle anlatabildiğim için üzülüyorum. Eğer Mevlânâ'
nın dileği o ise bana ne devlet ki, yüzümü o dilek tarafından çevirmişken Allah tekrar beni o tarafa yöneltti.
Musa'nın başından geçen o hali o bir daha göremedi. Bu Hazreti Muhammed'in (S. A.) başından geçmişti. Çalışın
gayret edin ki, arada hiç bir perde engel olmasın. Size gideceğiniz yolu öğrettim. Allaha yalvarın: Ey ulu Allahm! Bize bu
devleti sen verdin. Bizim bunu elde etmemiz için hiç bir yolumuz yoktu. Senin keremin bize ışık tuttu, tekrar kerem et bize!
Bu devleti elimizden alma! Bu konuda sizin yolunuzu kesecek olan Şeytan değildir. Ancak Allah gayretidir. Çünkü onun size
gösterdiği keremi koruyamazsanız onun gayreti sizden geri kalacaktır. Eğer aranıza bir kaç günlük bir ayrılık girecek olursa
ona tekrar yetişmek için çalışın. Benim bulunduğum yerde konuşulan sözler arasında belki benden dinlemişsinizdir. Araya ne
evlât, ne de başka bir şey engel olabilir. Dileğiniz öylesine hararetli olur. O dilekteki şiddet ve hararet, her kime çarparsa onu
yıkar ve o sizinle dost olur. En soğuk kimselerde bile artık soğukluk kalmaz. Eğer o olaydan size (M. 124) bir hal erişirse ne
mutlu olaydı o. Bu hale her kim engel olursa işte o Şeytandır. İlk Allah gayretine engel olmak ister, ama şimdi o bir iş
yaparken Şeytan karışırsa, sen de ona uydun demektir. Hayır efendi! «Allahın adını anarak ona yoldaş olalım,» diyorsun.
Şimdi bu sırra niçin «Değerlidir,» diyorsun? Evet, buna ne verseler değer ama bu da ölçü ile olur. Siz benimle yoldaşlık
yapamayacaksanız o başka. Ben teklifsiz, pervasız bir adamım; ne Mevlânâ'nın ayrılığından bana bir zahmet, ne de ona
kavuşmaktan bir sevinç gelir. Benim bir şeyden hoşlanmam da, incinmem de yaratılışımın gereğidir. Şimdi benimle yaşamak
zordur. Nasıl ki, Musa Peygamberin o üçüncü dileği Allahya karşı duyduğu arzu ve istek ateşinden, aşk tutkunluğundan idi.
Yoksa Hızır'la buluşmak için değildi. Musa'nın bu husustaki açlığı senden daha mı azdı? O, öyle bir âşık idi ki, sekiz gün dokuz
gün hiç bir şey yiyip içmedi, bundan dolayı da halinde bir değişiklik olmadı. Hızır'a dedi ki: «Eğer yolculuğun ücretini istersen,
alabilirsin.» «Hayır,» dedi Hızır, «îştc seninle benim ayrılmamız zamanı gelmiştir. Aramızda uzaklaşma günü gelmiştir.» Musa
Peygamber uyandı gördü ki:
Şiir:
Dilber gitmiş, mum sönmüş. Saki uyuyakalmış,
Can ver ki onun vuslatı bir daha ele geçmez,
Sermest olanlara şeriat kadehiyle bade verilmez.
Tecrid ehli erenlerin birlikte içtikleri mecliste,
Kendi nefsine tapan gafillere bir damla bile verilmez.
Baharda yarin yanağından uzak olunca,
Bağdan bana ne? Yeşillikle ne işim var?
Bağdan yeşillik yerine nasıl diken koparırsın?
Buluttan damla yerine nasıl taş yağar?
Benim için sizinle birlikte bulunmak daha hoştur. Gerçi Tebriz'e gidersem orada bana mal, mülk, mevki ve yüce
makamlar verirler. Ama sizinle beraber kalmak bana onlardan daha hoş geliyor. Bana mal ve makam vaat edenler, sözümü
dinlemez ve anlayamaz-larsa bundan nasıl hoşlanabilirim? însan öyle kimselerden hoşlanır ki, sözünü dinler ve anlarlar. (M.
125) Şimdi dilekte bulunmak, Allah keremini aramak öylesine olmalıdır ki, Musa Aleyhisselâmın yaptığı gibi, şiddet ve harareti
dolayısiyle hiç bir engel araya girmesin. Nasıl ki Musa Peygamber sordu: «Cihanda benden âlim kim var?» Arkadaşı Yüş'a
cevap verdi. «Alemde senden daha' âlim bir kişi var,» dedi. Musa, bu cevaba kızmadı, ona darılmadı, «Bu ne sözdür!»
demedi. Ama sadece, «Ha ha, nasıl dedin?» diye bilgi istedi. Çünkü arıyordu.
Yüş'a da Peygamberdi ama hüküm sahibi değildi. O çağlarda hüküm yetkisi Musa Peygemberde idi. Bu sözü
kendimden söylüyorum. Benim de bir aradığım varsa, böyle yaparım, yapabilir miyim, diye dikkat ederim ki, araya bir engel
girmesin. Musa, arkadaşına, yıllarca ararım anlamına gelen Ev emzâ hukubâ demişti. Bu hukub, bir deyişe göre kırk yıl, başka
bir yoruma göre kırk bin yıl, daha başka bir deyişe göre de seksen yıl veya seksen bin yıldır.
Bu Musa hikâyesi, öylesine sıcak bir hikâyedir ki, ateşinden gökler tutuşur. Ama bunu soğuk soğuk anlatırlar. Musa
ile arkadaşı, iki denizin birleştiği yere geldiler. Burası bir deyişe göre Halep çevresinde Antakya yakınlarındadır. Yahut da bir
tepe üzerinde namaz kılıyordu. Başka bir anlatışa göre de bir kır ata binmiş olan Hızır, deniz üzerinde yürürken, uzaktan onu
gördüler.
Şimdi, Ulu Allah, Hızır'ı överken onun hakkında, «Kullarınızdan bir kuldur ki ona katımızdan rahmet verdik,»
buyurmuştur. Bu söz başka bir kul hakkında söylenmemiştir. Hele ona ayrıca, «Kendi katımızda ilim öğrettik,» buyurulması da
başka bir iltifattır. O ilim medresede öğretilmez, tekkede, okutma yolu ile, kitaptan öğrenilmediği gibi hiç bir Allah kulundan
da elde edilemez.
Şimdi, Yüş'a, Musa'ya dedi ki: «Ben, Hızır'ın işinin inceliğini bilirim. Onunla yoldaşlık yapmaya güç yetiremem.
Bundan dolayı beraber gelemem. Ama sen eğer ondan ayrıldıktan sonra, bir daha buluşmak üzere arkadaşlık yapmak
istiyorsan gidebilirsin.» Yüş'a geri döndü, Musa ile Hızır birlikte kaldılar. Birb'rle-riyle konuşmaya başladılar. Hızır, Musa'ya bir
şeyler sordu, «Bana uyacak mısın?» dedi. Musa, «Her ne bu-yurursan seni dinlerim,» diye cevap verdi. O Hakkı bulmuş olan,
onunla konuşmak şerefine eren yüce Peygamberdeki niyaz'ı gör ki Hızır ona, «Sana anlatacağım,» yani, «Seni
uyandıracağım,» dedi. Halbuki Musa halkı uyandıran ulu Peygamberdi. Hızır onu hakkın hakikatinden uyandırıyordu. Şimdi
hikâyenin alt tarafını anlatmak bana borç oldu. Ama başka bir vakit anlatacağım.
(M. 126) Mutlu insan o k;sidir ki, bir kula rastlayınca Hızır ve Musa olayını gönlünde saklayarak onu kendine önder
sayar.
Zorunlu hallerde, şeriatta fetva vardır. Hep perhiz yapan, bir şey yiyip içmeyen ölür. Çünkü o hal Müslümanlarda
görünmektedir. Bizim şehrimizde de böyle idi. Zahidlerden biri hastalanmıştı, ilâç içmesini tavsiye ettiler. Sofuluk gayretiyle
ilâcı içmedi ve öldü. Başka bir zahid, onu rüyasında görmüş ve şöyle anlatmıştı ki: Yüzünü kıbleden çevirmişti, uykuda son
derece bir şaşkınlıkla koştum, parmaklarımla mezarının toprağını kazdım. Aşağıya bakıyordum, biraz duman çıkmaya başladı.
(Korkudan) kaçtım. Adamcağız, «Sen daha ne gördün ki, o kadar kaçıyorsun?» diyordu. Bunun üzerine tekrar geri döndüm ve
yine baktım. Gördüm ki, zahid kapkara kesilmiş. Daha dikkatli baktım yüzü de, kıbleden dönmüştü.
Sultan bir defa ferman edince, hoşa gitse de, gitmese de öldürür. O kimse de, o fermanı yerine getirmekle Müslüman
olarak ölür. Bu şöyle olur: Mademki hastalık öldürücü bir sultandır, bu da şeriatta yazılıdır. Ama bu konuda Seyyid
Burhaneddinin düşüncesi başka idi. O ilâç almadan geri durmazdı. Bu da onun için gerekliydi. Çünkü çok çeşitli, ağır
hastalıklar geçirirdi. Hele varlığı halk arasında çok lüzumlu olan öyle bir zat için ilâç almak farz olur. Hastalıklardan dimağını
korumak, sağlam b'r kafa ile düşünebilmek ona gerekliydi. Ancak bunu Reşid yapmış olsaydı Mecusî ve kâfir olurdu. Onu
Yahudiler kabristanına gömmek vacip olurdu. Ben, bunu onun hakkında inkâr etmiyorum. Ancak bu, namaz kılmazdı. Mevlânâ
da onu biliyordu. Benim ile onun arasında fark nedir acaba? Biraz bana bundan bahset! Yüce Allahya ant olsun ki, namaz
kıldığım gün çok sevinçli olurum ve kendi kendime derim ki: Hazreti Peygamber dervişliğin sonunu şöyle bir nükte ile işaret
buyurmuştur: «Fakirlik, benim için övünülecek bir haldir.» Bu, belki o dervişe hoş gelmez, ona /sadece bu tavsiyeye
uymak uygun görülmez. Ama sadece namaz kılmak da yeterli değildir. Hatta namaz kılanlara dil uzatırlar; onlara acırlar bile.
Nihayet Reşid'in onu dışarı çıkarması sebebi bundan dolayı idi. Yine benim ondan uzaklaşmam o sebeptendi; bu yüzden
saçlarını yoldum.
(M. 127) Diyordum ki: Seyyid, zaman zaman bana söz atar ve derdi ki, «Bu namaz kılmak sana hiç engel olmuyor
mu?» Ben de ona şu cevabı verdim. «Sen zaman zaman o cariye ile birleşiyor musun?» «Evet, evet, ama o engel olmuyor,»
dedi. Bu Allah için bir iş; çirkin bir iş üstünde yüzünü yere koyuyorsun. Müride soruyorsun, seni yaratan Allah aşkına söyle.
Bundan daha güzel ve tatlı, yüz yüze sevişmekten daha hoş bir şey var mı? Mademki ona iman getiriyor-sun, o kız kardeşe ve
damada, «Siz kim oluyorsunuz da onu kadıya götüresiniz, ondan davacı olasınız?» de. «Onu alıp getiresin, bana
bağışlayasın,» dedim. «Ödünç vereyim,» dedi. Benimle birlikte ama ben bilmiyorum; eğer ayıp olmasaydı nerelerde olduğunu,
kimlerin önünde dolaştığını birer birer söylerdim. Suç delillerini de o bilir. Bize ikiyüzlülük yaparsa, biz de öyle ikiyüzlü yaşarız.
«Bismillah,» dedim, «Şunu dikiver, sana sevap olur.» Senin için kaç kere «Kulhuvallah» okurum. On kere okurum
yeter. Şimdi onun talihsizliğinden bana merhamet geliyor. Diyor ki: Bizim haddimiz değildir ki senin hizmetinde zahmete
katlanalım. Emir gelirse uymak aynı edeptir. Emirsiz gelmek, gitmek demektir. Emir almadan gelmek de, gitmek olur. Nasıl ki
emir-siz gitmek de, gelmek sayılır. Ancak içinde bir bulanıklık ve bozukluk var ki emri göremiyor O.
Ayaz'da o bozuk düşünce yoktu. Emri görünce, emrin tatlılığını da anlardı. Onlar ise o kadar aydın gönüllü değildirler.
Emri göremediler. Bir zaman Mevlânâ söz dinlemek isterse, bilirim ki, onun ve benim gönlümde konuşmak arzusu uyanmıştır.
Ama bir aralık Mevlânâ da bir incelik görürsem anlarım ve hikâye söylemeye başlarım. Başka söz konuşmam. Meğer
kalenderlik yapıyorsun, yani konuklar gitmiyorlar ben gidiyorum derim, kendi kendime. Senden cüppe istedim. Buna verilecek
cevap erken ve çok çabuk olmak gerekirdi. Nasıl ki, biri, «Sana vasiyet etmek istiyorum, başıma şeftali dikilsin, ama çarçabuk
söyleme» demiş. Bundan dolayı, «Dostun vefası mal bağışlamakla belli olur,» derler. Gerektir ki, o sırrı, ölümden sonra o da
söylesin. Diyelim ki, birinin bir rahatsızlığı vardır, tlâcı da bu şaraptır. Bu ona hiç yasak değildir. (M. 128) Ancak sizin için
haramdır. Ama bu adam ölecektir, yahut peşinde sürüklenen bir derdi vardır, kadınlarla çok çok sohbet etmesi gerektir. Ama
bu söyle-nememiştir. Eğer dostları onun ölümünden sonra kendisine rahmet okuyacak olurlarsa bu onun için lanet olur,
rahmet olmaz. Bu da onun dostlarına ait olur.
Bize gerekli olan, kâh kılınan, kâh bir özür veya dalgınlık yüzünden erişilemeyen o zahir namazını bir tarafa
bırakmaktır. Çok ayık ve aklı başında olan insan da onu yapar. Bazen namaz kıldığını da söylemez; zaman olur ki, devamlı
namaz halinde olduğunu da söyler. Erkekse, kadını boşayacağına yemin eder; kadınsa, elli defa Kuraıı'a el basarak yemin
eder; doğru sözlü olur. Çünkü namazın zahirî ve bâtınî olanı vardır. Bâtının zahiri olduğu gibi.
Bâtın namazı, kalp huzurudur. Bu halde doğru yemin etmiştir o insan. Hele mal dağıtmak, sadaka vermek hususunda
hiç kimseye söylemeden, hatırından bile geçirmeden, ben hayırlı bir iş yaptım diye düşünmeden iyilik yapan kimse, doğru
yoldadır. O kimse, eğer onlardan ise, başkalarına sadaka verirken öyle zannedersin ki kendisine sadaka veriliyor. Bunda
sadaka verenin bile farkında olmadığı bir kibir gizlidir. Ama elbette makbuldür bu. Ey Zehra! Allah rızası için mevcut olan bir
şeyi doğru söyleyeyim. Bana sordu: «Ben kimim?» «Sen, konuşan adamsın,» dedim. Onun için bir yer düzelttik, niçin gitmez?
Bu o çocuk için nü ölüyor? Dedim ki: Peygamberler de İkiyüzlülük yaparlar. Ben onların özürlerini biliyorum. Ancak Allah,
bunu bana daha açık göstermek istedi. Şimdi mutsuz ise yapsın eğer mutlu olaydı asla beni kadıya götürmezdi. Şimdi
mademki bahtsızdır, her ne yaparsa daha iyi olur. Dost yüzlü, hatta sarı benizli görünür. Bugün, o burada başka türlü
yaşayamaz. İçiniz ondan incindi ise kız kardeşlerine gider; ona izin verirsiniz.
Bu gönül asla yalan söylemedi. Ben tekrar gönlümü gerçeklemem; bu hal de beni yaralamaz. Gönül hoştur; biraz
güzellik gönül için güvendir. Erkek kişiye asla, ruh sahibi, yahut akıllı demezler. Ancak, gönül sahibi, derler. Bana bir tiksinti
gelip de zarar vermesin diye gelmeme razı olmuyordu. (M. 129) Ama gönlümün isteğine uymadım. Benim yârim benim gibi
olaydı, hiç gam çeker miydim? Hele çok uyanık ve akıllı olsaydı benim için bir şahlık ve devlet sayılırdı. Hatta yüz bin yara ve
mızrak darbesi alsaydım bile, yine gam yemezdim, acı duymazdım.
Şimdi, niçin önce güler yüzle gelmedin? İlk geldiğimiz gün, niçin ayrı düştük? Burada biz konuşurken her biri bizimle
dopdolu idi. Her biri saf altından söz açar, en güzel cevherler saçarlardı. Bununla beraber hepsi de güzel huylu idiler.
Bugün söylediğim sözlerin anlamı, şu nükteyi hatırlatır: Hazreti Ali, her ne kadar böyle bir nükteden söz açmadı ama,
Hazreti Peygamber Aleyhisselâm, «Ben ilim şehriyim, Ali de onun kapısıdır,» buyurdu. Onu övdü. Başıyle işaret buyurarak
dedi ki: «Bu dışarı çıkan bir sestir diyorlar. Eğer bugün onu gördümse şimdi, Şems kalmıştır. Onu da göreyim,» dedi. Dedim
ki: «Mevlânâ'yı Allah erleri bile göremezler, sen nasıl görebilirsin? Şimdi ben ona sövdüm sen de söv bakayım.» «O melun
köpek! Köpekler onu yalasın!» diye o da küfürü bastırdı. Onun Şeyhi bir gün başı ile işaret ederek beni çağırdı, «Tanıklık
edeceksin,» dedi. Ona baş işaretiyle, ne söylediğini anlayamadım, dedim; cevap verdi: «Kâfirler Kilisede başlarıyla şöyle şöyle
yaparlar. Elleri ile başlan ile işaret ederek konuşurlar. Sen de tanıklık edeceksin, gel!» Ama ben bu tanıklığı yapmaya yetkili
değilim. Çünkü derler ki: Şahit o kimsedir ki, yol ortasında durmaz. Yine başka biri yol ortasında ona der ki: «Bırak onu, sen
onunla konuşamazsın.» Görüyorsun ki, önce o baş işareti sana neler söyledi.
«Kadına şeyhlik gerekmez,» dedim. «Evet, soğuk düşer,» dedi. «Ama bu soğuk düşer sözünün manası anlaşılamadı,»
dedim. Yani bu o demektir ki, bu iş kadına da yaraşır ama erkeğe daha hoş gelir. Halbuki bu iş, kadına asla gerekmez. İster
soğuk düşsün, ister sıcak. Eğer Hazreti Fatma ile Ayşe şeyhlik yapsalardı, ben Hazreti Peygambere olan inancımı değiştirirdim.
Ancak onlar şeyhlik yapmadılar.
Eğer Ulu Allah, bir kadına mutluluk kapısını açmak dilerse, onu sükûtî ve kapalı kılar. Kadına, yalnız kendi işini
görmek, kendi ipliğini eğirmek yaraşır. (M. 130) Ben de kendi şehrimden ayrıldığım günden beri şeyh görmedim. Eğer
yaparsa şehliğe Mevlânâ yaraşır. Ancak hırka vermez, biri gelir de zorla, «Bize bir hırka ver» diye direnir, «sakalımızı kestir,»
der. aşılırsa o zaman o da verir. Şimdi bu suretle hırka vermek başka, bir de Mevlânâ'nın, «Gelin bana mü-rid olun,» demesi
başkadır.
Şeyh Ebubekr'in (Sellebâf) de hırka vermek âdeti yoktu. Onun kendi şeyhini de göremedim ki, onda var mı yok mu
anlayayım. Ancak ben de, bu istekle Tebriz'den çıktım ama bulamadım. Gerçi âlem boş değil, belki bir şeyh vardır. Hatta
derler ki, filân şeyh hırka verdiği müridinin haberi olmadan ona hırka bağışladı; mal, mülk verdi ve öldü. Ben şeyhimi
görmedim, ancak şu kadar öğrendim ki, kendisinden bir söz nakledene gücenirmiş. En çok incindiği kimseler, kendisinden söz
nakledenlermiş. Böyle bir kimseyi de görmedim ki, o makamda olsun da kendisinde bu sıfat bulunsun. Sonra şeyhin kendisi
için yüz bin yıllık yol olan bir kimseye de rastlayamadım. Ancak Mevlânâ' yi bu sıfatta buldum. Şimdi Halep'ten tekrar
dönücümde de, o yine bu sıfatta idi.
Bana deselerdi ki: «Baban seni çok özlemiş, mezarından kalkmış Telbaşir köyüne bir adımlık yerde seni görmek için
bekliyor. Seni görüp tekrar mezarına dönecek. Gel! Artık babanı görmeye gel!» «Hayır, olsun! Ne yapayım,» derdim.
Halep'ten bir adım bile dışarı çıkmazdım. Ben ancak Mevlânâ için geldim.
Kera Hatun dedi ki: «Dün gece rüyada gördüm ki, edep dışı uyumuşum; ayağımı size doğru uzatmışım.» «O geçti,»
dedim. «Şimdi de kulağım ağrıyor, ayağını uzat da üzerine koyayım,» dedi. «Vazgeç,» dedim. «Bir şeyler getirin de yiyeyim.»
«Hayır, ayağım getir, kulağıma koy ve kulağıma tukur ki, ağrısı dinsin,» dedi. Daha sonra, «Bu hırka Şems'indir> dedi. Ben
de, «Eğer benim olaydı yanımda bulunurdu,» dedim. «Onu bana ver.» «Mevlânâ gelsin ele versin,» dedi. Şimdi senin bana
olan inancın bu mu idi? Bununla beraber onda bir mertlik var; çanak, ekmek ve gönül var. O nerede, şüphecilik nerede?
Ondan yüz bin fersah uzak. Ancak onun içinde bir duygu var ki, bunların kaynağı hep o.
Görüyorsun ki, Mevlânâ bugüne kadar onunla çok uğraştı. Hele ne gerek vardı ki, bu hırkayı vermek için Mevlânâ'nın
gelmesini beklesin? Perir, Bahaeddin nasıl ki o gün, bir aralık söz arasında benim sana yaptığım gibi, «On altın verilsin,»
demişti. (M. 131) Onda bir zorlama yoktu. Zaten o kimse ki zorlama ile iş görür, köpekler kurtulur da o kurtulamaz. Eshab-ı
Kehf'in (Mağara arkadaşları) köpeği arşa çıkacaktır bu yüzden. Bundan şüphe edilemez. Bu sözü iyi dinle de bırak başka
sözleri. Nihayet beş altın çıkardı, ağlayarak, «Bunu kabul et!» diye yalvardı. Kera geldi. Gizledim cehenneme gitmesin diye.
Benim için ne gam? Âlemde hem dünya hem ahiret, hem de Hak adamı vardır. Nasıl ki Şiblî ahiret adamı, Mevlânâ da Hak
adamıdır.
Dün gece yine dostları arıyordum. Her birini ayrı ayrı göz önüne getirdim. Her birinin inancına, dileğine, anlayışına bir
başkalık gelmiş. Bu niçin böyle oluyor, dedim ve hallerine acıdım. O bizimdir, böyledir; sen de bu gönül hoşluğu ile kal ki,
bizim olasın, derim. O selâmı onun için verdim. Ben selâm verdiklerime hep böyle yaparım. Önce onun işini yoluna koyar,
sonra hal hatır sorarım. Belki bin defa söyledim. Her kimi seversek ona cefa ediyoruz. Ama azıcık düşkünlüğünü görünce de,
yüz bin ödül veriyoruz. Ötekilerini de, dağlarda tutmuyoruz ya. Her kimin başını sahraya çevirdilerse bu, yabancılıktan ve
bilgisizliktendir. Ona saygı gösterelim. Hizmetinde bulunalım. Çünkü bize yabancı kalmış, uzaklaşmıştır. Görmüyor musun ki,
senin eski pabuçlarını bile taşıyacak değeri olmayan birine saygı göstermekte, onu yüksek görmekte ne kadar ileri gidiyoruz!
Kaç kaç kere onun kötü hallerine göz yummuşuzdur. Düşünmüyor musun ki, nebilerin, velîlerin başlarına gelen belâlar da o
yüzdendi. Çünkü onlar Allahın has kulları idiler. Dün... gönül alçaklığı gösterdi. Birinin böyle aşağıdan alması, benim hoşuma
gider. Çünkü onun hali bütün dostlar, düşmanlar, müminler ve kâfirler için rahmetin son derecesidir. Allahdan bunu dilerim ki,
onlara doğru yolu göstersin.
Gönlüm o köpeğin (nefs'in) yüzünden bir aydınlığa eremedi. Hep onu şöyle idare et, böyle yaşat ki, kimse vurup
inciltmesin kaygısı ile oyalandım.
Çok ayrı düştük, biz evde bile dağılmış bir haldeyiz! Biri o tarafa o kâsenin başına gider. Öteki bu sofranın başına
koşar. Gariptir, bu hikâye ve bütün bunlar onun hatırına gelse bile yalnız bizim kendisini görmek hususundaki arzumuzu
hatırlamaz. (M. 132) Ona ne diyelim ki, kendisine bu kadar saygı beslediğimiz halde hâlâ bizden uzak durmakta, yabancılık
göstermektedir. Bu hikâye uzundur.
Allahya yalvardım: Yarabbi! Beni kendi velilerinle tanıştır, onlar ile yoldaş et! dedim. Rüyamda seni bir velî ile yoldaş
edeceğiz dediler. Sordum: O velî nerededir? Ertesi gece bu velinin, Rum diyarında (Anadolu'da) olduğunu söylediler. Bir
zaman sonra tekrar gördüğüm rüyada, «Henüz vakti gelmemiştir. Her işin bir zamanı vardır,» dediler.
Benim bir âdetim vardır. Yanıma gelenlere sorarım: «Efendi! Konuşacak mısın yoksa dinleyecek misin?»
«Konuşacağım,» derse, üç gün üç gece arka arkaya dinleyebilirim. Meğer ki o kaçsın da ben kurtulayım. Eğer, «Ben
dinleyeceğim,» derse, ben de, «O halde biribirimizle uyuşuruz,» derim. Ben söze başlarım, o da laf arasında konuşur.
Sofiye sormuşlar: «Peşin bir tokat mı istersin, yoksa veresiye para mı?» «Vur da geç!» demiş. Bu bir nimettir.
«Geç!» derken acıdan korkuyor, nimetin elden gitmesine acıyor. Mevlânâ diyor ki: Filân, dün gece raks ediyordu. Gerçi başka
zamanlarda bir nevi edep dışı hareket olması bakımından bu hali hoşuma gitmezdi. Fakat dün gece bunun neden ileri geldiğini
bildiğim için pek hoşlandım rahatlaştım.
Ben de, duaya bel bağladım. Ağır davranırsın, ağır davranırlar. Acele edersin, acele ederler. Sen bu Meryem'i
sevmiyor musun? Bu yavrunun güzelliğini görmüyor musun, ona âşık olmuyor musun?
Derse başlayan bir çocuk vardır; öteki arkadaşlarını da kendisiyle birlikte ders okumaya, Kuran öğrenmeye teşvik
eder. Bir başka çocuk da bunun ta-mamiyle aksidir. Kitaptan, dersten kaçar. Ama kendi kendine, «Ben ne bahtsızım, benim
yaşımdaki bütün çocuklar mektebe başlamış!» diye gizlice ağlar. Bu çocukta ümit vardır. Ama üçüncü bir çocuk daha var ki
başka arkadaşlarını da kendisi ile birlikte okuldan kaçırır, îşte onda hiç ümit yoktur. Bu çocukların ikisi de kararsız, dönek
tabiatlıdırlar. Biri kaçar kendini kurtarır. Ama öteki orada oturur kararsızlığı bir hamlede parçalar. Bir kere bu çocuk ötek'ne
erişemez. Nerede kaldı ki, onu geçebilsin.
(M. 133) Henüz pekmez satıyorsun, sarf etmiyorsun. Başka bir yerde Hakka ödünç vermek bahsini tefsir etmiştim.
Fakat o iyiliksever kişinin gözü bu cihette değildi. Bak bunu nasıl tevil etti: Kendimden ödünç verdiğim şey daima gönlümden
çıkmaz, niçin onu düşüneyim, niçin hatırlayayım? Böyle adama Allahnın verdiği gıda ile oruç tutmak haramdır. Bu, o demektir
ki, bu ağzı mazeretle açasın, öteki oruçtan tutmuş olasın. Çünkü o oruç, bağlı bir ağızla tutulmuş olur. Bu orucu açtığın zaman
öteki oruç da tutulmuş sayılır.
Semerkant, ne kadar hoş yerdir! Bu âlemde olmayan hoş bir âlem o taraftadır. Dünyanın hoşluğu o cihettedir.
Mevlânâ buyuruyor ki, benim ayrılmaklığım onun hoşuna gitmez, 'ama bu böyledir. Ben yalnız ca her yeri dolaşırım, her
dükkânda çömelirim. O ise vekarlı kişidir. Bir Şehir Müftüsünü öyle dükkân dükkân, yer yer gezdiremem, her külhanda
dolaştıramam ki, benim seninle beraber olduğumu bilsinler. Seninle şöyle teklifsizce bir şeyhlik sohbeti etmedim. İstesen de
istemesen de ben bu tarafa giderim. Eğer benim olacaksan benimle birlikte gelirsin, yoksa çetin gördüğün her şey sana
gerekmez.
Nasıl öyle eğreti oturmuşsun? Gönlüme ürkeklik geliyor. Şimdi İblisin manasını bu kadar hoş bir şekilde işittin mi?
Bakarsan İbliste de İdriste de belirli birer mana vardır. Bir vakit bu dersin manası yürür başka bir vakit de o dersin manası. O,
bundan daha hoştur. İblise gazap edilmesindeki bu nükte latif ve manevîdir. O İdristeki mana ise daha manevîdir, ama
surette İdris görünecek olursa ancak İdristen doğan mana, İblisden doğan manaya göre daha lâtiftir. Çün-kün gazaptan lütfa
doğrudur.
Evet, kendi sözünden kendi şiirinden sana bir coşkunluk geliyorsa başkalarının sözleri ve şiirleri de öyle gelir. Onlara
karşı da heyecanın artar. İyiye, güzele karşı ne denilebilir? Lâkin sen diyorsun ki, vaktin birinde bir hırka söz söylüyordu.
Nihayet senin halin hırkanın halinden daha iyi olmalıdır. Senin kendi sözün yok mu? Hep başkalarının hikâyeleri, başkalarının
şiirleri!
Hırka nasıl konuşabilir? Cansız varlıklar içinde ancak Samiri'nin danası konuşmuştur. Başka cansızlarda böyle bir âdet
görülmemiştir. Fakat o buzağı mademki Allahlıktan dem vurmuştur, Musa'nın peygamberliğini nasıl kabul eder? İşte Musa'nın
hikâye ettikleri o hali senin halindir.
(M. 134) Müridin biri dedi ki: «Ben her gün Allahyı .yetmiş kere açıkça görürüm.» Şeyhi ona şunu söyledi: «Senin bir
kere Bayezid-i Bistamî'yi görmen, Allahyı yetmiş kere görmenden daha hayırlıdır.» Mürit meşelikten dışarı çıkıp da Bayezid-i
görünce hemen düşüp öldü, çünkü âşık idi. Sevgiliyi arama yönünde öldü. Yani nefsinden ona da bir artık kalmıştı, o da
temizlendi.
Mürit, âciz görüşü ile eksik basiretiyle ancak kendi 'tasavvurunun suretini görür. Allahyı Bayezid kuvvetiyle göremez.
Şimdi yüz bin Bayezid de, Musa'nın pabucunun tozuna erişemez. Hem sen taklit yoluyla da diyorsun ki, binlerce veli, nebinin
ayak tozuna erişemez. O halde nasıl reva görüyorsun ki, bir külhancı onu her gün bin defa görsün? Allah ile konuşan Musa'ya
da onu göremedi diyorsun. Eğer biri senin gerçeklediğin «Allahyı görmek vardır,» anlamındaki Allah kelâmını tevil etmek
isterse fetva istemek lâzımdır. Söz, çekiştirilmeye elverişli ise tevil ile söylenir. Doğru söze tevil gerekmez.
«Enel Hak» (Ben Hakkım) sözü gibi çıplak ve uygunsuz sözler ise tevil götürmediğinden şüphesiz söyleyenin başı
araya gitti.
Bir divane ötekine şöyle diyordu: Bir çuval yün nasıl olur da bir çuval mücevherle beraber olur? Yüz kere boşaltsan,
altınla doldursan bile yine mücevhere eşit olmaz. Bu öyle bir divaneydi ki akıllının söyleyeceği sözü söylüyordu. Kadı ona yan
yan baktı. Ben de Tebriz şeyhleri ile Zahid'in ve kölelerin hikâyelerini anlatıyordum. Dün gece dedim ki, sizin sözlerinizi de
Mevlânâ ile birlikte sizin ağzınızdan dinleyelim. Sonra gönlüm razı olmadı. Niçin, yemek yerken konuşulan o sözleri yine
birlikte yemek sofrasında konuşmayalım? dedim. Yine gelseniz ne olur? Dualar edelim! Arzunuz nedir, aradığınız nedir?
Yukarıda sözü geçen, «Gözler onu göremez ama o gözleri görür,» âyetindeki manayı anlamak konusunu mademki
sen açıklayamıyorsun, bari dokuz şeftali ver ki ben söyleyeyim. Aranılanı bulmak ona kavuşmak için en yüksek arzunuz nedir?
Allah daima doğruyu söyler onun ilâhî varlığına ant içerim ki bu doğrudur. Allahın selâmı ve rahmeti üzerinize olsun. Ben artık
ense, göbek yapmak düşüncesinden vazgeçtim. Dostlar yen lendi ama ben eski bedenimi bulamadım, tşin kötü tarafı sen hep
kendi mektubunu okuyorsun, dostun mektubunu okumuyorsun. Nihayet biraz da dostun mektubundan birşeyler oku. Kitapta
yazılı olan şeyler hakkında onlara bir utanç gelmez. (M. 135) Bu gibi şeyleri biri kitapta yazar. Nasıl ki bir adam soruyordu:
«Kadınların kapalı yerine bakmak helâl midir, yoksa haram mı?» «Helâl geçti,» dedim. «Ona el yetmiyor.» Ancak, bu
sözümden de hayrette kaldım. Yüksek sesle, «Onun etrafında dolaş, okşayıver, nihayet vücuttan dışarı çıkmaz,» dedi. Tekrar
sordu: «O halde söyle, O beni niçin okşamasın?» Bu ikinci sorunun cevabım niçin vereyim. Niçin ağzımdan bu söz çıksın?
Ancak benim sana ilk söylediğim sözü dinle! Çünkü bu ikinci mesele, sana gevşeklik ve arıklık verir. Bunu niçin anlatayım.
Bundan sana ne fayda var? Eğer bu noktada bir yanlışlık olmuşsa gayret et, mümkün-olduğu kadar düzeltmeye çalış! Ama
sana b:r fayda sağlamaz. Ben bu konuda bir şeyler bilsem de senin nefsine bir fenalık gelmesin diye söylemem sana.
Bana bundan sonra Medrese çevresindeki yollardan geçmek yaraşmaz. Şimdi tabiatını bilmediğimiz bir insanın
gönlünü nasıl bilebilirsiniz? Zaten aranılan da gönüldür. Kaldı ki, sana bu aranılan şeyden söz açmak da belki hoş gelmez.
Şimdi beni en çok korkutan nokta, dışarda gördüğüm bir çok şeyleri sana söyleyememektir. Şimdi sen söyle; önce
bana sevgi ve saygısı vardı, onu sizin sohbetinizi anlatırken dinlemiştim. Halvette sizi hep hayırla anıyordu. Bu yüzden
duacınızın size karşı beslediği sevgi yüz kat daha artmıştı.
Rüyamda gördüm ki Mevlânâ ile birlikte Kuran' daki şu âyeti okuyorduk: «Her şey yok olacaktır. Ancak onun vechi
kalacaktır,» Yani bu varlıktan geri kalacak bir şey varsa, ancak dostların yüzüdür.
Beyit:
Nice sevgili, mest, başı dönmüş
Gözleri yaşlı olduğu halde kapıya geldi.
«Lenterâni!» (Beni göremeyeceksin!) hitabı gözünün önünde ama göremiyorsun. Onu böyle görmek istiyorsan bu
«Lenterâni,» o kadar lâtiftir ki gözle görülmez. Yine âyette, «Onu gözler göremez, ama o gözleri görür,» buyurulmuştur.
Buradaki mânâ evvelkini kat kat geçer. «Onu göremezsin, ancak dağa bak!» buyurulmuş olmasındaki hikmete gelince; o dağ,
senin benliğindir.
Ahırzaman Peygamberi Hazreti Muhammed Aley-hisselâm'dan, «Nefsini bilen Rabbini de bildi,» nüktesini iyi dinle!
Bundan dolayı onun Rabbini görmek dileği, Musa'dan başka oldu. Bu, «Yarabbi!» böyle bir istekte bulunmaya tövbe ettim,
«Ben, müminlerin ilkiyim,» sözünün delilidir.
Akar su pislikleri beraber sürükler, onları geri çevirmez. Şu halde kendisini özleyen, susamış bir kimseyi nasıl geri
çevirir. Su vardır ki, içindeki pisliklere dayanamaz, kirlenir diye içindekileri kendir ğinden dışarı atar, ama başka bir su vardır
ki, âlemdeki pislikleri içine atsanız asla değ'şmez ve kirlenmez.
(M.136) Bu halk İblisdeki hakikatten âciz kalmışlardır. Eğer, iblis, «insanoğlunun damarlarında dolaşan kan gibi onun
bedenini dolaşır,» sözündeki surette ise bu ifade uygun düşmez. Bu takdirde, bu deyim manevîdir. Bunun başka bir anlamı
daha olmalıdır ki, evvelkinin dışında olsun. Diyelim ki, sana ansızın bir öfke gelir, sonra da bir rahatlık duyarsın. Evvelkisi
manevîdir, ama ikincisi daha manevîdir. Bir zamanlar (Melekler) iblisten ders alırlardı. İyi bil ki, dersin rahmetini yine o
götürdü. O felsefe yaptı; gerçi o bu felsefeden daha tatlıdır. Allahnın yüce zatı hakkı için demişlerdir ki, onun sözü şeyhe
yaraşır sözdür. Ama tekrar söylemek gerekmez. Her ne kadar onu yorumlamak uygun görülse de yine tekrarlamak yaraşmaz.
İşte şu, «Enel Hak» (Ben Hakkım) sözü de yorumsuz değildir. O zaman iş şüpheli olur. Çünkü mademki ben diyorsun, Hak
kim oluyor? Hak diyorsan, ben sözü çıplak, alçak ve öldürücü bir kuru lâftan başka nedir?
Zamane müftüleri Hallâc'ın ölümünü istediler. Tahkik ehli müftülerle şeriat müftüleri de onlara yardım ettiler ki
sevabını paylaşsınlar. Bununla beraber, O hem şüphe, hem de yakın mertebesinde kaldı. Acaba ben var mıyım? diye yakın
mertebesine erişemedi.
Hakikat yolcularının yolu yakın mertebesinden geçer. Onlar ancak bu menzilden sonra son duraklarına erişirler. Asıl
aranılan da o mertebedir. Âlemin görünüşü karşısında der ki: «Nihayet ben sende bir âlem görüyorum!» O da, «Şu toprak
âleminde ne yapacaksın?» deyince: «Senin lütfün benimle beraber değil mi?» diye sorar. O, «İster olsun ister olmasın,» der.
Ama, «Sana daha çok yardım edemiyorum,» deyince de, ona, «Ben de üzülüyorum. İçimden sana yardım etmek için bir
gayret geliyor.» der ve «O halde, benim için ne gam!» cevabını alır.
Gideyim Mevlânâ'yı göreyim. O, dünyaya ne bir şey istemek için ne de bu işareti tamamlamak için geldi. Âlemde,
nişanı olmayan bir sevgilinin halinden haber veren işaretten onda bir nişan yoktu.
Görünen her nişan, arayanın nişanıdır, yoksa aranılanın nişanı değildir. Bu sözler hep arayanın sözleridir. Onlara bir
şey görünmez. Hakkı arayan gerçek, yolcu odur ki, aradığı sevgiliden alnında bir ışık parlar. O ışık sayesinde her kimin yüzüne
bakarsa onun said (mutlu) veya şaki yani (mutsuz) ve fena yara-tılışlı olduğunu görür. Hak yolcusu bir temaşa âlemine
gelmiştir. Bu arada aranılan sevgili ile bir ilgi kuranlar vardır. Bunlar Hak yolcularını görürler, rahatları kaçar, ıstırap çekerler.
Biri der ki: «İşte bu yetim inci benim. Âlem içinde aranılan sevgiliyi seyretmeye geldim. Artık huzura kavuştuk şimdi
yerimizde oturalım.» Öteki der ki: «Burası oturacak yer midir? gidelim.» Başka biri de, «Hele bir kaç gün daha temaşa
edelim.» der. (M. 137) Şimdi her gün benim ışığımla temaşa ediyoruz âlemi. Yine her gün benim nurumla cihanı seyredelim.
Mademki hem dost hem de Hak yolcusu olduk. Hakkı arayan, coşkunlukla İsa gibi erken konuşmaya başlar ama aranılan
sevgili onu ya kırk gün sonra söz söylemeye yetkili kılar, ya on altı yıl geçtikten sonra aradığı dostun yüzünü görebilir. On beş
yıl sonra da onu konuşturur, hararetli hararetli söyletir.
Bütün bunlarla beraber diyorum ki, onun pabucunun tozuna şüphe karışmıştır. Yakîn ve yakînde şüphe, Allah yolunun
başıdır. Bunlardan yüz bin tanesinin bile o noktaya erişememiş olması daha iyidir. Hele şeyhliğe ve kılavuzluğa yakışmaz ki, o
saçı ile, sakalı ile kapıda kalsın. Bu gibiler kendilerini asla şüpheden kurtaramazlar. Ama pek azı taklitçilikten uzak kalır. Zaten
taklitçi, ne onun bunun şiirinden, ne de Allah kelâmından bir şey anlar. Allah korusun o bir sapkın olur. Yani o ancak yakîn ve
hakikat yolu ile Hakkı kabul eder, taklit yolu ile değil. Kuran'ın içyüzünü, bâtın manasını ki ona, bâtının bâtını perde çekmiştir,
taklit yolu ile değil ancak tahkik yolu ile anlar. Başka birinin şiiri mi daha dokunaklı olur yoksa senin sözün, senin araştırma
ışığın mı? Sendeki kudret büyük bir çuvaldaki yün gibidir. Ama cevherle iddiaya girişir de, «Ben mi daha değerliyim yoksa
pamuk çuvalı mı?» derse, cevher ona der ki, «Bunu bir kere divanelerden soralım, akıllılardan değil.» Bunu işiten divaneler de
şu cevabı verirler: «Bir cevher vardır ki çuvallar dolusu berberi altını bile onun kadar değerli değildir.» Cevherin kıymeti
kendindendir. Akıllıya gelince o da şöyle der; Siz onun sözüne bakmayın, o divanedir; yetim inciye asla değer biçilemez.
Hümameddin'in sözleri bütün âlemde senet sayılır. Bundan sonra da ben konuşacağım, ona ayakbağı olacağım.
Mevlânâ o gün pek duygulanmıştı, diyordu ki: «Sen bir gün bana Hümameddin'i seviyorum dememiş miydin?» Ama
bu (birlikte yaşadığımız) Halk dururken kervansaraya gitmeye hakkım yoktur. Yabancılarla sohbet mi daha iyi yoksa bunlarla
anlaşmak mı? O Yahudinin bir tek putu vardır, bunun yüz bin. Bir putla uğraşmak daha iyi değil mi? O bana yumruk atar ama
ben ona atamam. Çünkü bu noktada bir rahmet vardır. Böylece benimle birlikte yoldaşlık edersin. Bütün âlemde bütün sözler
talipleri^, arayanlarındır. Ya aranılan nişanı nedir? Dinliyorum, dinliyorsun.
(M. 138) Aranılan gerçeğin Allah ile karşılaştırılması yolu ile, o âleme varabilmenin zamanını bilmek gerektir. Nihayet
nereye gidiyorsun? Benim nazenin -dostum! Bu tartışmadan sonra artık ne söyleyeyim. Allah seninle beraber olsun derim.
Ama bu ayrılış dileği değil, ancak Allah lütfunun, inayetinin, Mevlâ dostluğunun ve sırları bilen Hakkın seni koruması için bir
duadır.
«Dur, ey Devem! Sevinç son kertesine geldi, iş bitti, yol kesildi. Yeryüzü güzel bir cennete döndü. Bayram geri geldi,
işler düzeldi.»
Biri dedi ki: «Tekkenin işi nedir? Hangi niyetle iş görür?» O, yedirir, istirahat ettirir, yoksulun biri ondan bir şey istese
bütün kalbi ile der ki: Sen benden özel bir istekte bulunmadın, belki umum sırasında bir şey istedin. Sen de o umum istekliler
arasındasın. Acaba benden geç kaldığını mı soruyor? Onunla benim yüzümü yırttı, bu bana yeter, dedim. Benim şeriat yönüne
meylimi bilselerdi bana her gün sabahları külbastı ve tuğrak yedirirlerdi. Her türlü pişmiş et gaz yapar, ama bunda pek az gaz
vardır. Sen benim kızarmış et parçalarını sevdiğimi nasıl bildin? Bunlar meselenin aslım bilirler. Şüphe yok ki, sen benim
isteğime uygun hareket ettin, insanın niyeti uyanmak olduktan sonra, ister uyumuş olsun, ister ölmüş bulunsun, ona İsa
nefesi gerektir. Ama ona Isa Peygamber üfler ve kalbiyle onun dirilmesini isterse, o uyanır. Lâkin onu yalnızca sarsar da
uyandırmak niyetinde olmazsa o zaman ne olur. O zaman o kimse direnmeye başlar. Nasıl ki, Hazreti Peygambere hitaben
Yüce Allah, «Sen sevdiğin kimseyi doğru yola getiremezsin!» buyurmuştur. Bana dedi ki: «Ben her zaman Bed-reddin'in evine
giderken hep seni çağırırım. Sen niçin abdest almaya giderken beni çağırmadın?» «Yoldan mı?» dedim. «Yoldan,» dedi. «Ben
seni çağırdım. Eğer aramızda muhabbet ve saygı olmasaydı başka ne ya-pabilirdim?» Bu arada meseleyi öğrenmek için
kendimi zorluyordum. Çünkü anlaşmak ve birleşmek istiyordum. Mevlânâ'nın sevgisi olmasaydı, Allah hakkı için öz babam bile
olsaydı bana onların yaptığını yapar mıydı? isterse kitapla gönderilmiş Peygamber olsun onun şan ve şerefini kırar işini alt üst
ederdim.» Dedi ki: Görüyorsun ya iş ne kadar ağırdır. Yiğitler gerektir' ki bu dağları kökünden kazısınlar. Dinde ve işte geri
kalmışlardır. Hazreti Muhammed Aleyhisselâm kendisine gelen kesin emirden nasıl inledi. Kuran'da, «Emrolunduğun gibi doğru
yürü!» buyuruldu ve buna işaretle, «Hud sûresi ve benzerleri, beni ihtiyarlattı,» diye yakındı. (M.139) Bu bir feryattır. Ama
Ayaz için zor bir iş yoktur. Hep kolaydır. Ben buna karşı dedim ki: «Nihayet Ayaz'ın himmet ve gayreti işleri kolaylaştırır.»
«Evet,» dedi. «O Ayaz ki, köpeklere karşı bile sevgi ve şefkat besler, kendi gözünün nuruna karşı nasıl sevgi beslemez?»
Şimdi bizim sözümüzü üzülerek tekrar söyler ve ondan faydalanır.
Ömründe hamam yüzü görmemiş, vücudu ter ve kir kokan edepsiz bir adamı, Gazneli Sultan Mahmud huzuruna
kabul etmedi. Hazreti Muhammed (S.A.) ki Mahmud'un mübalâğa sığası ile ifadesidir, yani ondan pek çok yüce bir
mertebededir, öyle adamları nasıl kabul eder? Nihayet büyük erenlerin ruhları hazırdır; yaşıyanları görür, onlara yardımcı
olurlar. Bir kimse nasıl edepsizlik yapar da, Dergahına lâyık olmadığı halde Hazreti Muhammed (S.A.) hakkında söz
söyleyebilir? Bu, şu sebepten dolayı imkânsız görünüyor. Çünkü sen hep kendi mektubunu okuyorsun, O Hazre-tin mektubunu
okumuyorsun, yani ona kendi halinden kıyas yapıyorsun (Onu kendi nefsinle karşılaştırıyorsun). Onun kıyasını, kendi haline
uydurmuyorsun. Bu konuda O şöyle buyurur: «Benim dış görünüşüm (zahir), başkalarının bâtınlarının yaratıldığı yerden
yaratılmıştır.» işte bu «başkalarının» sözlerinden anlaşılan, velilerle nebilerdir.; Yani onlarin kalpleri ve bâtınları ile bildikleri
şeyler, benim için zahir bilgisi sayılır, demektir. Ytine onların bâtında gördüklerini Hazreti Peygamber zahirde görür.
Kendinden söz söyleyen kimse, kendi benliğinden dışarı çıkmıştır. O kendi kendine der ki: Bunu düşünebilmek için kafamı
idare eden zabıta kuvveti, kendi yuvasından dışarı çıkmıştır. «Ey gönülleri ve gözleri dilediği tarafa döndüren ulu Allah!
Kalbimi dinim üzerinde sabit kıl!» Bu dua başkaları için. bir dilektir. Yani böyle bir olayla karşı karşıya gelirseniz, Allaha böyle
yalvarınız demektir. Eğer iş böyle değilse sen, o kitapla gönderilmiş olan en büyük Allah Peygamberi hakkında yanlış
düşünceye kapılır, onu öylesine nefsine düşkün, korkak, nefsinin fitnesinden feryat ediyor1 sanırsın. Halbuki onun gönül evinin
etrafında hiç bir ihtisapçı (zabıta kuvveti) dolaşamaz. Zındık bile bilir ki, onun için korku yoktur. Ama o sözü kendine söyler.
Söz başka bir yere gitmez. Nasıl ki şair, «Kendimle hoşum, bundan sonra da ben kendi kendime yaşayacağım,» demiştir. Bu
noktada başka bir sır daha vardır ki, Hazreti Peygamber onu Hazreti Ömer'den gizledi. Ama bu, ondan bir şey esirgediği için
değildi. Ancak daha vakti gelmemişti. Eğer o zaman bunu Ömer'e açıklasaydı Halifelikte şaşkın bir hale gelirdi. O sözün
manasını kavramak mümkün olmazdı. Şeriat zahirdedir. Onu âlemde yaymak gerektir. Benim sizden istediğim, içinizdeki
coşkunluğu, derin duyguları dışarı atmanız, açığa vurmamzdır. Sarhoşluk da ayıklık da meydana çıksın. Benim istediğim hal
sende var mı? Nerede? Ben bu işleri senin önünde kendi kendime yapıyorum ki, göresin de o sırrı açığa vurasın! Seni ibrik gibi
kaldırıp gezdireyim, oraya götü-reyim de, o geniş hırka yeni ile o işleri yapasın ki bâtının da sağlam kalsın.
(M. 140) önce sana yuvarlak bir tandır ocağında oturmayı öğreteyim, ilk günü biraz geride oturursun, sonra yavaş
yavaş tandırın kenarına gelirsin... Mev-lânâ ile sizin niyazınızdan bahsediyorduk, ben birkaç kelime söylüyordum. Ben demek
de ne oluyor? Niyazınızın sonucundan ve içinizin temizliğinden gözümden yaşlar boşandı. Evet Peygamberimiz buyurdu ki:
«Bu edep için bir öğretmen, bir mürşid gerektir.» «Bana edebi, Rabbim öğretti!» buyurmakla büyüklük göstermiştir, O bu
sözleri ile dervişi övmüştür. Bana sizinle birlikte bir şey söylemek gerekmez, çünkü anlayamazlar. Ancak bana içinden
çıkılması çok zor olan bir soru yönelten o tek insanın faydalanması için konuşacağım. Çünkü onun bu sorusundan bir fayda
umulur ve bu yüzden irşad eden şeyh ile irşad olunan müridin hali belli olur. Devamlı olarak şeyhlik yapacak kimse ile ona
devamlı surette bağlanacak mürit seçilmiş ve anlaşılmış olur. Bu bambaşka bir iştir. Dedi ki: Mevlânâ'ya sordum; şu âlemde
neler temaşa ettiniz? dedim. Bana şu cevabı verdi: «Bir insan ki herkesle bir konu üzerinde konuşur, o ya temaşa yönünden
geri kalmıştır, yahut sadece temaşa davasın- » da kuru davacıdır. Ama eğer yapacağı o temaşa, herkesle konuşmasına engel
olursa iş başkadır. Diyelim ki karnım toktur, ama bana su lâzımdır. Ben nasıl ekmek yiyebilirim? Yersem durumum daha kötü
olur.»
Pirlerde bir onur vardır, özellikle bilginlerde. Hele onun karanlığı bana engel oluyor gibi sözlerden daha çok incinirim.
Onun karanlığından verecek cevabı da kaçırdım. Ama o kim oluyor? Onun karanlığı nedir ki, sana perde olabilsin?
O gün şehre gelmeden o şeyhi tanımıyordum. Onun hali bana kapalı idi. Hele karanlığı bana hiç perde olmadı, îster
çırpınsın, ister yılan gibi kıvransın, ben diyeceğimi dedim ve gitti.
Yetmiş yaşlarında bir Mecusî, yolculukta, yedi yaşındaki bir çocuğa muhtaç olur; bana bir su ver diyebilir. Ama ben
bu halin ona kanıt olmasına razı olmam. Mecusîdeki sevda başkadır. Halbuki sen onun sözünü örnek alıyorsun. Yahut ondan
daha aşağılık, daha bayağı birinin sözünü misal gösteriyorsun. İstiyorum ki Tekkeye gideyim de senin şu sözünü eleştireyim.
Hani ya diyordun ki senin suç bağışlaman günah öğretmek anlamına geliyor ki, daha fazla olmasın. Ama çok zararlar
ediyorsun, çok değişiklikler ve-karışıklıklar oluyor, başka bir sefer de söylemiştim. Eğer Nârenç bir günah işlerse, kime ziyanı
var? (M. 141) Hiç evini bırakır da başka bir eve gider mi? Onu bir şeye benzetiyorsun ki, sana bir faydası yok. Dine de faydası
yok. Razı değdlim ki iş kuru bir sonuca varsın. Nasıl ki bezirganın birinin boy abdesti almak pek hoşuna gitmezdi. Kaç kere su
dökünse üşenirdi, bir kere de başı şişmiş, ağrımaya başlamıştı. Onu her gün şeytan aldatıyordu. Yeni erginlik yaşına girmişti.
Onu-Gülistandaki medreseye götürdüm. Medresenin hocası dedi ki: Evet, ilham bir şeytanın adıdır diyorlar. Onu İblis bu gence
musallat etmiştir. Bu gencin namaz ve temizlik niyetlerini şüpheye düşürür.» Hoca, postunu bir yere götürdü, rengi sarardı.
Sonra ikinci defa anlattı: «Bil ki, bu vesvese yani kuruntu denilen şey de bir köpek, bir melundur. Onun günahı senin boynuna
yazılır. Sakın onu bir daha dinleme!»
Şimdi benim çok yemek hakkındaki sözüm de bu; konuya dayandı. Sana Halep'te ne dualar ettim. Rahatça
oturduğumuz o kervansarayda yüzümü halka göstermek istemiyordum. Eğer böyle yapmasaydım, ya bir işle uğraşmak yahut
da tekrar Tekkeye dönmek zorunda kalacaktım. Benim yirmi günde başardığım işleri, sen bir anda tekmeler, alt üst ederdin.
Bütün onlar iş hesabına sığmaz. Sonra bütün dşler bozulur, üzüntüsü de bana düşerdi. Görüyorsun, senin terbiye ve yetişme
tarzın sana neler getirdi! Ben artık bu işe başladım. Allah fakirlerinin işi boş değildir. Nasıl ki, o ük günde ne aydınlıklar
belirdiğini gördün. Eğer o neşe bu ana kadar devam etseydi he-sabet ki neler olurdu? Şu hale göre o olup bitenler hep iş
hesabı değildi. Şam'a gitmek sizin işiniz değildir, o benim isimdir.
Mevlânâ bana şöyle bir yan gözle baktı ve dedi ki: «O Allahyı böyle bir kimseden arıyor.» Ben ona çok inanırım.
Önce, «Bu yanlıştır,» dedim. Dedi ki: «Ben Allahı ondan aramıyorum, onu ben Allahtan istiyorum.»
Şu insanoğluna kendi gözü kadar hiç bir şey ziyan vermez. Yani kendine çok nazar değdirir. Bakarsanız hiç kimse
bunun farkında değildir. Ancak bu işi .ben bilirim. Nazar değdi, bir yudum su gibi geçip gitti:
Kazvin'li dinsizin hikâyesi meşhurdur: Başım keşliler de Allah yoluna gitmedi.
Şiir:
Yazık ki, umut gününde aşk, bedenimi sırsıklam etti.
Eğer sen imanlı kişilere, namaz ve hizmet yolunda olanlara dil uzatmıyorsan bunu bu kadar güzel bir ..şekilde kim
ifade edebilir. Sen o abdesti alınca bütün bedenin öylesine parlak ve güzel görünür, başını secdeye koyduğun vakit sana öyle
bir hal gelir ki, içki bile ona ziyan vermez. (M. 142) Ancak kendisinde bu makam yoksa, bu denizde kol ve bacak sallayacak
gücü yoksa boştur. O taliplerden idi, arıyordu; aradığının ne olduğunu söylemek de ona ziyan vermez. Ben kıyamete kadar bu
yanda yatar uyurum, bu bana zarar vermez. Belki her gün bana daha iyi gelir. Bununla beraber benden ayrıldığın gün
üzüldüm, gece sabaha kadar rahatsız oldum. Onu bıraktığın gün de sevinçli ve neşeli olurum. Kabe'nin kapısı kıble olmasaydı,
Kabe dışındaki dört taraf da kıble olmazdı.
Sen Erzurum'dansın. Rum ülkesinden genç olsun, yaşlı olsun, insan Allah evinden bu kadar uzaklaşır mı hiç? Kulağına
vurayım gel sofra örtüsünü kaldır da bana su ver! Bu gece eğer benden ayrı ve yalnız uyursan ben rahat edemem. Elimi
ayağımı bir tarafa atar çırpınırım. Sen arkamı örtersin, önüm isterse kış olsun. Eğer başka küçük biri olsa, kâğıdı tutar, yağlar
ve fareye kaptırır. Sen bu işleri bize emret! Biz içiyoruz sana bakmıyoruz. Sen, «Oh, oh!» deyiver ki, ben de senden ne kadar
istekli olduğumu anlayayım. Vücudum pek narin; ufak bir rahatsızlık bana yol buldu mu her gün geceli gündüzlü hasta
olurum. Ancak ben rahatsızlıkların saldırısını, açlıkla önlüyorum. Onları açlık ve perhiz ateşiyle yakarım.
Mevlânâ'dan nihayet bir şey aşırabildik. Bu hikâyeden hisse alman yerinde olur. Ama önce onun per-desM kaldır da
öyle oku! Bu Kazvin'linin hikâyesidir: llya efendinin yaptığı çatlak ibriğe işeyip de onunla taharetlenen Kazvinlinin hikâyesi.
Mevlânâ birisine darılınca ne hoş oluyor. Bir şeye kızdı mı pabuçlarını yere vurur, «Vahşeti anmak vahşettir,» derler.
İşte ben onları sağlam tutarım. Zamanede soğukluk vardır. Biri yüzünü halka çevirirse, bu, cimrilik yönündendir derler.
Sofi ile dişi merkep ve virane hikâyesi de bir başka türlü, ileride bunları da anlatırım. Benden her hangi biri incinirse
onu çabuk bırakırım ama benden nasıl ayrılabilir? O pişman olur. Şimdi onu daha iyi olması için sıkıştırıyorum. O, belki daha
çok zahmet çekecektir. Ama bir gün benden ayrılınca daha güçsüz kalır. (M. 143) Çektiği zahmetler hatırına gelir, başka
biriyle dostluk kurar, o dost da kendisinden kaçar. Ama Mevlânâ'nın şaşırtıcı ve yorum isteyen sözleri her konuya uygun
düşer. Dedi ki, «Kilise gereklidir. Çünkü ilk önce Müslüman olan pek az kimse vardır.» Dedim ki: «Bu söz ilk defa söylenmiş
sözlerdendir.» Bu tekkeye geldiğimden beri dün gece bundan konuşuldu. Bu kimin sözüdür, bunu yazmak gerek. «Şüphesiz,
Hak, Ömer'in dilinden konuşur,» buyurulmuştur. Mademki sende kendi sözlerinden hangisinin Allah ilhamı, hangisinin Şeytan
vesvesesi olduğunu ayıracak güç yoktur, bunu ben sana söyleyeyim: Bunlardan Allah ilhamı sonucu olanları yazmak gerek.
Nihayet kendi kusurunu anlatıyordu, diyordu ki: «Önce bana iman konusunda bir şeyler olmuştu. O şeyh, beni kendisine çok
güvendiği zata- götürdü. Onunla çok konuştu. O, ortaya bir söz atıyordu, ama şüpheli konuşuyordu. Biz, onu bizim tarafımıza
çekiyorduk. Çünkü o söz öyle bir kimseden doğuyordu ki onu Hazreti Muhammed''in (S.A.) yanında oturtsalar yaraşırdı.
Bende öyle ateşli bir hal var ki, hiç kimse bu duruma katlanamaz. Ancak benim sözüm dinleyene merhem olur. Halk
arasında kabul edildikçe kuvvet bulur. Bir gün, o da bu hale düşerse sonucuna katlanır. İş adamı, yaptığı işte yetkili olmak
gerektir. Öyle kişi ne acımakla, ne gam çekmekle kendini yorar ve hiç üzülmez. Yola koyulunca her an ayağı kaymasın diye
dikkatle yürür. Çünkü babadan kalma o hata bir kere işlenir. İnsan bir kere yanıldı mı arkasından hemen pişman olur. Artık bir
daha yamlmamak için tetik ve uyanık davranır. Yanılsa bile ona fazla önem vermez, düşünmez. Çünkü zaman geçtikçe
üzülmenin ve gam çekmenin bir faydası olmadığım anlar. Diyelim ki, savaşta bir adamın eli yaralanmıştır. İlk defa buna çok
acı ve üzüntü duyar, ağlar, ama ne faydası olur? Ancak tedavi için bir cerraha, bir hekime koşar, yahut hiç ağlayıp sızlamadan
bir kırıkçıya para vererek kuru sargı ile bağlattırır. O pansumanın verdiği rahatlık sonunda iyi olduğunu sanır.
Mevlânâ'da, ledün ilminden sözler vardır. O konuşurken sözlerinin kimseye bir faydası olup olmadığını düşünmez.
Ama benim çocukluğumdan beri Allah ilhamı olan bir halim vardır. Birini sözle terbiye edersem kend'i benliğinden kurtulur.
(M. 144) Daha fazla ilerler. Bu şeyh, Haktır. Allah kullarından kimi iş adamı, kimi de söz eridir. Siz benim için birer örnek iş
adamısınız. İçinizden söz adamı da çıkaracağım. Ancak bu daha yenidir. Kendisinde iş adamı olmak gücü bulunan kişi
konuştuğu zaman, sözü iş kuvvetiyle birleşir, ona göre iş görür. Ben Tekkeye daha çok onu yakalamak için giderim. E'ğer
avlayabilirsem selâm ve saygıyı, son derecesine vardırırsa ,başka bir zaman yine giderim; onu avlamak için yine yakalarım.
Ben Hak yoluna çağırmakta serbestim. Ama Hazreti Peygamber, bu işe memur olduğu için, «Hûd sûresi, beni kocalttı,»
buyurmuştur. Ben bu konuda zorunlu olmadığım için Allahnın, «Emrolunduğun gibi davran!» fermanı beni ancak gençleştirir.
Çünkü hadisteki «y» harfinden bir nokta düşünce kelime gençlik anlamına gelir. Düşen ikinci nokta birinci nokta ile yanyana
gelince birleşme meydana gelir. Ama bağımsızlık söz konusu olunca birleşmeye ne gerek var diyeceksiniz. Ama Allahm
işlerinde hiç bir zorluk yoktur, ona göre hiç de güç değildir. Mevlânâ, «Yaratıcıların en güzeli olan Allah, seni mübarek kılsın!»
diye dua eden kişinin elini öptü. O dininden mi döndü? Bilmedi ki o, Hazreti Peygamberin nurunun ışığı ile Hazreti Ömer'in
dilinden konuştu. Nasıl olur da di-n'inden döner1? Görüyorsun ki o söz onun değildir. Mu-hammed'in (S.A.) hesabına Ali
konuşmaz, çünkü Cenabı Hak hep Muhammed'in (S.A.) diliyle konuşmuştur. Bugün de öyle değil mi? Sana ne diyeyim ona ne
söyleyeyim. Dünya ve ahiret durdukça şehvet duygularından uzak bir sevgi vardır ki, buna hiç bir şey engel olamaz.
Dün sizi hayırla anıyorduk. Ben hep böyle yapabilir miyim? Bunda asla günah olamaz. İster inkârlı olsun, ister
inkârsız, ben bundan sonra bu mesele üzerinde durmuyorum. Bana yaramazlık etmeye başladı ama yine de beni sevdi.
Ne olur birer birer söyleyin ne olur? Dost mu istiyorsun, yoksa aydın sabahlara eriştirecek sâm mı?
Rubai:
Ey can bugün bütün umudum sensin!
Başka sevgililer de var, ama asıl gönlümü yakan sensin!
Cihan halkı Nevruz bayramı ile sevinç içinde,
Bugün benim bayramım da, Nevruzum da sensin!
Şiir:
Bahar mevsiminde yârin gül yanağından uzak düştüm,
Bana hayat neye yarar, yeşilliklerden bana ne?
Bağdan yeşillik yerine diken topladık,
Buluttan damlacıklar yerine taş yağdı.
(M.145) Bir adamın gerçekten susamış olduğunu anlamak istiyorsan, önüne helvalar, şekerler koy. Eğer onlara dönüp
bakarsa, o gerçekten susamış değildir. O yol kesici Kürt dedi ki: «Ey bilginler, ellerinizde ekmeğiniz var, halbuki çömezler
açtır.» Bunun cevabını ben vereyim. «Git yakında bir köy var olaki orada eline bir ekmek verirler,» dedim. «Orası uzak,
nerede o köy? Şimdi çocuklar açtır,» dedi. Dedim ki: «Biz de ekmek arıyoruz, bulamıyoruz.» Gidiyoruz, hiç bir yerde
durmadan, bir tarafa bakmadan bu cevabı söylüyoruz. Hemen bıçağı yakaladı, bari onda bıçak tutacak yürek ve güç olsaydı.
Ben dün birazcık çorba içmiştim, başka bir şey de yemedim. Eğer perhiz yapmasaydım her gün hastalanırdım.
Bedenim arıklaşmıştır. Onu ancak perhiz ateşiyle dağlarım. Yazıklar olsun o güne ki, gönlüm perhiz istemez. Allah perhiz
denilen o rahatsızlığı gönlümde öylesine şirin gösterir ki asla sağalmasını istemem.
Bu konuya tekrar dönmek istemiyoruz. Ama yine bu bahse dönmezsek, din zarar görür. Yolda ona bir soğukluk ve
uyuşukluk gelmişti. O gün para getirmesi Mevlânâ'mn hoşuna gitmemişti. Mevlânâ'nın bu hoşnutsuzluğundan ona da soğukluk
geldi. Ama o konunun dışında konuşmak da bize hoş geliyor. Nasıl ki, bir kaç kere bu günlere eriştik, bu günlerde ibadet
gerekiyordu. Allah bugünlerde kullarını başka günlerde olduğundan daha çok korur ve görür. Bu halk böyle derler, ama Allah,
Allah olalıdan beri her şeyi görür, işitir. Şu halde niçin Ramazanda görür diyorsun? Günah işleme! O Şaban ayında da görür.
(M. 146) Perhiz et! Şevval ayı girince artık günah ve fesatla uğraş; hal diliyle, «Artık Ramazan gitti, Allah gelecek Ramazana
kadar tekrar yaptıklarımızı görecek ve bilecek değildir ya? Getir şu eğlence ve şarap kadehlerini artık içelim!» dersin. Bu söz
garip hadisler arasında rivayet edilmiştir, ama çok yaygın değildir. De-n'iliyor ki: «O kimse ki belirli güne kadar hep
günahlarına tövbe eder, tekrar bozarsa iblisin maskarası olur.» Onun hizmet ettiği şahne, eğer Sultan kölelerinden b:rinin
huzuruna edepsiz bir durumda çıkacak olsa, köle onu iki parça eder. Sultan da Sarayının içinde ve dışında bir şahnedir. Yani
uzaktır; lanet de uzak düşmekten ibarettir. Şeyh ibrahim bizim aramızdaki birliği bilir. Ben konuşurken, söz, Mevlânâ'nın
sözüdür, derim. Her ikimiz de şüphesiz aynı şeyi söyleriz. Sonra hiç hatırıma gelmez ki, Mevlânâ başka bir söz söylesin.
Bundan dolayı içimde bir üzüntü yoktur. Dedi ki: «M ur idlerden bir topluluk gördüm. O kime baş sallıyordu? Sonra, sen de
söyleme diye kime işaret ediyordun?» «Hayır,» dedim. «Ama,» dedi, «O işaretten o mürid yapma manasını anladı.» Biz de
zaten bu yapma işaretinden bunu anlıyoruz. «Söyle, söyle!» dedim. Yine dedi ki: «Özür diliyorlar ve diyorlar ki, Mevlânâ
b'izimle birlikte olduğu zaman güler, bizi hiç suçlamaz, şu işi çabuk yap veya bir iş gör diye zorlamaz, ses çıkarmaz, hiç bir
şeye kesin karar vermez ve bizi tehdit etmezdi. Eğer Şemseddin de böyle yapsaydı o, bizim gelmemiz1! engellemezdi.»
Biz bu kadar bol bol fedakârlıklar yaparken o diyor ki: Şöyle bir sofi sözü vardır: Eğer bir şey bulursam, sen
kurtuldun, yoksa elimdesin. Ben bu fikirdeydim ve bu maksatla geldim. Eğer müritlerde vefa varsa bu olur, yoksa olmaz.
Mevlânâ mademki eldedir, onu Aksaray'a getiren adam acaba daha fazla getirebilir miydi? Gönlüm bunu istemiyor
ama bu sefer ister görünüyor. Nihayet Ben Murad yani istenilen kişi. Mevlânâ ise Murad'ın Murad'ı olmuştur.
Bana, ne babam, ne anam, onun gösterdiği ilgiyi göstermiştir. O benim sözlerimi en hoş bir şekilde söyler. O, benim
kendisine yapmadığım iyilikleri bana yapmıştır.
Mevlânâ askıdaki işlerden konuşur, yağmurdan, çamurdan söz açar. Ben namazı bitirdiğim zaman defterini yere
vurur kimse okumasın diye bir şey yazmaz.
(M. 147) Haz (sevinç) üç türlüdür. Diyelim ki biri ötekine, «Ne oldu ki, bana bir cariye bağışladın?» diye sorar. Bu
adam bundan fazla cariye sahibi ise hiç ses çıkarmaz, ona bir şey söylemez. Zamanı gelince onun doğru söylemesi, eline
geçen nimetin keyfinden ve sevincindendir. Yahut da insan bir ilâcı içmekten keyf ve sevinç duyar. Ama bu ilâcın bulunmadığı
zamanda da, yine kendisinde görülen keyf ve neşe bundan daha hoş ve daha üstün bir zevk değil midir? Vaiz ve daha başka
meclislerdeki sevinç ve neşeyi onda nasıl umarsınız?
Mevlânâ'nın küçük oğlunun maksadı ne idi ki, «Ben ayrı ayrı her birine gittim, niçin toplanmıyorsunuz diye sordum?»
diyor. Seni kim gönderdi bu işe? Toplantı senin sözünle mi olacak? Onların kaltaban canları isterse paralar saçarlar, yüzlerini
yerlere sürerler, yüz binlerce feryat koparırlar. Abdulaziz'in buz deposundan daha soğuk gözyaşları dökerler.
O, anasının karnından değil burnundan düşmüştür. İnsanoğlunda olmayan her çirkinlik onda toplanmıştır. Bütün
yaramazlıklar, saldırganlıklar, küfür ve zındıklık ondadır. Sen eğer bu işten vazgeçme davasında tecrübeli isen benim işim
sana şefkat göstermektir. Onu mademki tekrar okşuyorsun, bu takdirde yaptığın hareket vazgeçmek demek değildir. Bir kere
şefkat şartlarım yerine getirmek gerekmez. Bugün gerektir ki, beni tamam göresin de sana bu ilimde yakîn hasıl olsun.
Mademki Hak, işin doğrusu, benim yaptığım gibidir diyorsun, böyle cevap veriyorsun. Bu sözden ben'i henüz tamam
görmemiş olduğun anlaşılmıyor mu? Onun belirtilerini de göremiyorum. Bir altından yarısı geri kaldıkça, yahut yarim denk
kaldıkça altın tamam sayılamaz. Şüphe yok ki, eve parasız girilmez derler. Yani kendi varlığını ortadan kaldıracaksın, altının
tamamlanması odur işte. Eğer ben kötüysem, nasıl ki İmad, bu da ona fazla güvendiği :için ona düşkündür, diyordu. Ama o, o
adam değildir. Sen benim kötü tarafımı tamam görüyor ve susuyorsun. Kepazelik olur diye bir şey söylemiyorsun. Sana derler
ki,' biz de önce böyle söyledik ama sen bizi dinlemedin.
(M. 148) Biz işte gidiyoruz, bu eğer iyi olursa tamam görürsün. Düşmanların, inkarcıların geveleyip durmamaları için
söz başka türlü söylenir. Müridler-le de bu türlü konuşulur. Evvelce îmadla bu saatte kapalı bir şeyler söyleşiyordun. Bu bilgiyi
eğer kabul ediyorsan gerektir ki, her ne söylesen bilesin ki o kapıdandır. O zaman işin rengi değişir. Onların önünde senin, o
Hümam'ın evine gitmen, kendini onlardan sayman hatadır. Sana, o Şeref dedikleri adamı da kendini onlardan gösteresin diye
gönderdiler. O sesi Ba-yezid anlarsa yanlışlık olur. Bir şey olur ki ondan iki katı meydana gelir (Az şeyden çok şey çıkar). Nasıl
ki söylemiştim, eğer ben gidersem sen kendi evinde Kera hatundan başkalarına yüzünü gösterirsen, beni bir daha
göremezsin. Bugün bu şekli istiyorum. Nihayet diyorum ki; O, imkânsız bir şeyi var etmek istiyor, ondan dolayı da
imkânsızlaşmıştır o. Ben onun olmayacağım kuvvetle ispat ederim. Bu şeyler acayiptir. Onlara yol var. Vaiz ve toplantılar
böyle olmaz. Şimdi önce bizim ayrılmamız bu Alaeddin'in yüzündendir. Nihayet onunla başlamıştır ve onunla başlamış
olmasına da şaşmamalıdır. Keski o bizim için tek âlim bir düşman olaydı. Efendi! Bizim için hiç bir emir ve nehiy söz konusu
değildir. Bize onun ne dostluğu, ne de düşmanlığı gerek. Biz ondan hırka giymişiz ve ona yüzlerce secde ediyoruz. Her gün
bizim dostluğumuzu, düşmanlığımızı bırakmamızı söyler, istiyorum ki onu defedeyim de tekrar kendime çekeyim. Ama ne
soğuk! Sanki Abdulaziz'in buzluğu. Vallah ki, bu saatte yola çıkmak güçtür ama ister istemez bu olacaktır. O (Saroz) hatıra
geliyor.
Bana o kadar ağrılar musallat oldu ki iki seneden beridir o yol yorgunluğu benden gitmedi. Yolculuk ettim, tekrar
geldim öyle ağrılar çektim ki, bu Konya'yı altınla doldursalardı o zahmetlere karşılık olmazdı. Ancak senin sevgin üstün geldi.
Bir çocuk için bir Allah adamını terk etmek mümkün olmadı. Bütün bu sözler önceden de söylenmiştir. Ancak şu saatte de
konuşmak istiyorum.
(M. 149) Eğer bu üzüntünün uğursuzluğu olmasaydı, belki bizi uyuştururlardı. Ama biz nasıl bir araya gelebiliriz?
Ancak o gitmek kararındadır. Dedim ki, keski oraya gitmiyeydim, yahut söylenenleri işitme-seydim. Ama bunun ne faydası
olacaktı? Oraya gittikten sonra, dedi. Yani demek istiyor ki, ha bugün ha yarın, ne farkı olurdu? Diyelim ki, bir kimse başka bir
kimseye bir iyilikte bulunmuştur. Acaba karanlıkta yapılan iyilik kimin içindir? îyi yapılmış, bir işi bir soğuk nefesli uğursuz, bir
üfürükle bozar; altüst eder. Onlar da, kendi aralarında birbirleriyle açaba ne yapalım diye konuşurlar. Ona, ne tedbir
düşünelim, derler. Bu onlara pek soğuk geldi.
Sen babasın, onların edeplerini takınmaları için tehdit edemiyorsun. Aynüddevle ana çocuğudur, öylesine aldatıcı ve
onun gibi yüzsüz bir kâfirdir. Nizameddin'e hiç benzemez. Billâh darılma da, sana hoş bir söz söyleyeyim, dinle. Seninle söz
konuşulabilir. Ama uzun zamandan beri dinliyemediğin için sözler araya karışıp gidiyor.
Yolculuk, bana çok zor geliyor. Bu sefer gidersem sakın geçen seferki gibi yapma! Şimdi ne yolculuğa çıkabilirim ne
de Aksaray'a gidebilirim. Ancak gerekirse, burada bana zahmet vermeyecek b:r köşeye çekilir otururum. İki yıldan beri
yolculuğa tahammülüm yok. Çektiğim ıstıraplardan yıldım. Ancak üstü örtülü konuşmalar, uygun dostlar toplantısı olmazsa, bu
sefer yola çıkarsam önce yaptığın gibi karşı durma! Yaptığım işlere karşı aksi davranışta bulunma! O yine, birlikte olalım diye
tövbe eder bir arada oturmak ister, yahut anlamaz da başka şekilde yorumlarsa ve benim söylediğim gibi yaparsa onlardan
her biri birer melek gibi olurlar. Nihayet ben biliyorum, beni bilgin olarak tanıyorsun, ilim adamı biliyorsun. Nasıl olur da bunu
söylemek istemem! Bu saatte bu sözler söylenmiştir. Ancak şimdi daha başka bir öğüt vermeye de çalışacağım. O da
muamele yönündendir. Yavaş yavaş anlatırsam bu işe engel olmaz. Başka işlere engel olsa bile gerektir ki bu, işe uygun
düşsün.
İş adamı, işini sıkı tutmalıdır. «Şarap içmeye yol var mıdır?» diye sordular. «İçme!» dedi. Allah Mevlânâ'ya uzun
ömürler versin; o kadar uzun ömürler versin ki, sonsuz ve ebedi anlamına gelen uzun ve mutlu bir yaşantı olsun onun hayatı.
(M.150) Zincirde bile olsan dostluk et. öylesine ki, Hazreti Süleyman'ı sağ bil. Onun aşkı kabarınca, bir an iyi ettin
der, sonra kendinden geçer. Ona sevgi veren kimdir? Eğer aşk yolunda ilerlersen, ruh âleminden koku almaya başlarsın, Hak
âlemine erersin. Birer birer müridlere uğradım, henüz şehirde su içmemiştim, henüz dinlenmemiştim. Yukarıya çıktım, ama
sanma ki, hepsinin hücresine uğradım. Sonra geri döndüm, eski pazara uğradım. Geldiğim zaman hepsi burada, sabah
namazında idi. Bu imkânsızdır. Evi böyle biliyorsun. Allah ne işler yapar! Allahtan başka ilâh yoktur, dedim. Nihayet hepsi
birden nereye gittiler?
Bir adam iyi yumruk vuruyordu, başkaları da vuruyorlardı. Bir Yahudi bile olsaydı böyle yapardı. Bugün Allah kazası
birini yere vurdu. Bu belâ asla onun biçareliğinden dolayı başına gelmemişti. Belki de o, asla kavga ve savaş görmemişti.
Sıçradı kalktı, başka birinin boğazını sıktı, «Bunu öldürmek istiyorum,» dedi. «Ama niçin?» dediler. «O sana ne yaptı? Sen
bütün cihanı mı öldüreceksin? Seni herkes mi dövdü ki bu adama saldırdın? Bu biçareyi mi buldun onu niçin öldüreceksin?»
dediler. «Hayır,» dedi, «Elbette onu öldüreceğim, ben niçin bütün ömrümde birini dövmeyeyim, onu öldürmeyeyim?»
Padişaha gittiler, «Onu hazine tarafına götürün,» dedi. Şimdi yüz dinar al da bu adamı bırak dediler. «Hayır,» dedi, «İnsan
azasından her biri bin dinar değer. Onun kaç azası varsa o kadar isterim.»
Adamın birini pazara götürdüler, kendine birşeyler al, hem de teklifsizcesine, keyfine göre al dediler. İnsanın iki sıfatı
vardır. Biri niyaz yani yalvarma ve isteme, öteki de tok gözlülüktür. Sen niyazsızlıktan, tok gözlülükten ne beklersin? Talib'in,
sevgiliyi ve doğru yolu arayanın son arzusu nedir? Matlup yani sevgili. O halde sevgilinin son arzusu nedir? Talip, yani âşık.
Şeyh Muhammed bir kâfire, onun için, «Kıble taratma secde et, sözü doğru söyle!» dedi. Kâfir ona şu cevabı verdi: «Benim
kıblem sensin. Ama senin kim olduğunu ben söylersem beni inkâr edersin. Sonra ben Müslüman olurum, sen kâfir olursun.»
Müslüman kâfiri aradı, ama kâfir nerede? Bulayım da ona secde edeyim, ona yüzlerce öpücük vereyim. Şimdi sen söyle, ben
kâfirim diye açık konuş, öpücükleri sana da sunayım.
Cehennemlik nerede? Acaba sonunda cehennem mi sonsuz kalacak, yoksa cennet mi? O halde nerede cehennemlik
kul? Bütün âlemde tek cehennemlik (M. 151) yoktur. Bunların cehennemi, cennettir. Beni tanımaz! Şu âlemde öyle ise kime
taparlar?
Şimdi söyle. Ben geçen kış yine senin yüzünden ne sıkıntılar çektim. «Bu evde, hoş değildirler,» diyorum. «Delil
göster!» diyorsun bana. Benden delil isti-yenler Haktan istesinler. Haktan delil isterlerse benim gönlüm hoştur. Asıl erlik,
başkalarının gönlünü hoş etmektir. Yalnız nefsini düşünende ne erlik olabilir? Er odur ki, sayesinde kölesinin gönlü hoş olur.
Başkalarının gamını çekmek Allah işidir.
O dedi bi: Şemseddin'den bize bir gönül hoşluğu yoktur. Halbuki benden bir Mecusî bile gönül hoşluğu istese, onu
bulur. Neşe ve mutluluk görür. Yeter ki beni incitmeden, acı sözler konuşmadan bunu istesin. Eğer bir keşiş bir Müslümam
öldürse de Medreseye sığınsa, kendi yardımcılarından kaçmış, sana gelmiş ve sana gizlice, «Aman beni kurtar!» demiştir.
Müslüman, Müslümanı öldürünce o cezadan kurtulamaz. Ama eğer sen o keşişin yalvarışına karşı aman
vermezsen için burkulur. Üzülürsün. (Bu satırlardan sonra gelen yarım sayfalık Farsça metin, pek açık saçık küfürler ve
bugünün anlayışına göre edep dışı, öfkeli sözler ile dolu olduğu için çevirisinden vazgeçilmiştir. Okurlarımızdan özür dileriz
(Ç.))
(M.152) Her Müslümana bir zındık, her zındığa da bir Müslüman gerektir. Müslümanlıkta ne lezzet var? Lezzet
küfürde! Çünkü Müslümanda hiç Müslümanlık yolunu bulamazsın. Ama bakarsan, bir zındıktan Müslümanlık yolunu bulursun.
Bu el kâfir elidir dersen, öpersin; kâfirliği öpmüş olursun. Bu senin elin de Müslüman elidir dersin; onda Müslümanlığı öpmüş
olursun. Doğrusu, Hak kimin elinde ise o eli öpmektir.
Allahm! Birinin üç yüz dirhem parası var, elbisesi var ona vurma, onu biz tutuyoruz. Bu adamın da eline bir dânecik
geçse onu dağıtır, bu da Müslümanlık satmaktır. Bütün ilimlerde benden daha üstün olan öyle bir önderi getirin ki, ona yüz
kere secde edeyim, bir kere değil. Eğer ben onun hazır olduğu toplulukta mimbere gider de tek bir söz söylersem, herkes
bana güler. Ama ben size gülmem, edeple susarım. Ben çılgın mıyım? Her ne kadar bunlardan söz açıyorum ama siz nasıl
kabul ediyorsunuz? O mutlu yüze yüz bin kere rahmet olsun! Allah bana onu öpmek fırsatını versin ve beni ona lâyık kılsın.
Şeyh Muhammed Allahyı arıyordu, Allah adamıydı. Benimle görüşmek dileğinde bulunurmuş, ama görüşemedi. Ben
de seninle buluşmak arzusunda idim. Bu, bana nasip oldu. Şu halde senin merteben nerede kalır?
Evet, dedi ki: Ben, bir gün atımı feda edeyim. ilâç içmek için sen o bir dirhem parayı veriyor ve onunla birlikte
yürüyordun. Halbuki sen âlimsin, para sarfediyordun. «Neden, niçin?» dedim. Çünkü o öyle bir adamdı ki, «Hayır, sen benim
konuşma tarzımı anlamıyorsun.» Mademki vezir senin uşağındır, Adalet Bakanı kaç paralık adamdır! Bu Sultan sana köle
olmuştur. Diyordum ki: Hocendî'nin vaızına gideyim, onun mescidine uğrayayım. Ama gönlüm dedi ki: Gitme! O yerinde
yoktur. Sonra gideyim de Ulu Camide oturayım, dedim. Her kim konuşursa söyle, söyle! diyeyim. İkinci büyük kapıya vardım,
tekrar geri döndüm. Garip bir şey oldu. Hacının vaizi onun vaızın-dan daha iyidir, o zahir yönünden konuşur, halk onun
öğütlerini tutarsa, binlerce faydasını görür, dedim. Dinledim. (M. 153) Hacının vaızında hayrette kaldım. Bu kimdir ki
konuşuyor? Kimseyi göremiyorum. Ye, iç bir işe sarıl. Yazamıyorsan bari bir kalem kes! Onu da yapamıyorsan, bir kalem
cızırdat. Her üçü de hoşa giden bir yemek gibidir. Biz hangisiyle uğraşsak. öteki işi bırakmış oluruz. Her üçü ile uğraşmak
ancak vaizlerin işidir. Onların himmeti başkadır. Gayret yönünden yersizdir.
Soylu bir edebiyatçı bir Şehzade ile iki ay meşgul oldu, ona güzellikle söyledi, sert konuştu ama hiç bir etkisi olmadı.
O hep kendi sazını çalıyor, oyuncakları ile eğleniyordu, îki ay sonra Padişah geldi oğlunu görmek istedi, içeriye girince bir de
ne görsün, oğlan başına bir peçe örtmüş oyuncakları ile meşgul, öğretmen de haylaz öğrencisinin elinde âciz kalmış, sarığım
onun başına örtü yapmış yanına oturmuştu.
Padişah, «Öğretmen nerede?» diye sordu. Peçenin altından gelen bir kadın sesi «Benim» dedi. Padişah; «Bu ne hal?»
deyince öğretmen, «İki aydanberi hep onu kendi rengimle boyamaya, kendime benzetmeye uğraştım, başaramadım. Şimdi
ben onun rengine boyandım, artık kendimi ona uydurmaya mecbur kaldım,» dedi. Ama öğretmen yine erkekti, ona ne ziyanı
var? Mutluluk başgösterince sırasında vezir, padişaha, «Bu iş bu milletin işi değildir,» diyebilir. Sen şu ileri yaşta genç
kuşaklara nasıl vaizlik yapabilirsin ki onun vaiz kürsüsünün altında oturuyorsun.
Çulhanın biri vezirin makamına gitti uzakta edeple oturdu. Vezir sordu, «Nasılsın? Boş şeyler mi düşünüyorsun?»
Çulha, «Ne yapayım,» dedi. «Allah rızası için sizin ululuğunuza güvenerek geldim. Ama bunun Allah rızası için olması işin zor
tarafıdır.» Sonra vezir onu çok uzaktan görünce hemen Padişaha haber saldı, Padişah tahtından indi. Bu da yine Allah rızası
içindi. Nihayet iki yıl sonra, «Yarın gel de babana bir vaiz et,» dedi. Vaiz etti. Hayrette kaldılar. Dedi ki: «Nihayet üç kere
tekrarladım öğrendim.» öğretmen dedi ki: «Ben sana onun kulağında bin tayla-san var dememiş miydim?» Onun mimberi
altında oturmuşlardı. Yedi yüze yakın Peygamber hadisi anlattı. Sonra İmamlardan soruyordu: Böyle bir hadis biliyor
musunuz? (M. 154) Bundan sonra sizinle benim aramda söz yoktur. Kör gibi hep benim sözlerimi dinlediniz. Bunlar hep benim
sözlerimdi, siz bu bir hadistir sandınız. Siz bunu nasıl söylüyorsunuz ki sen bize çok iyi bir efendisin ama biz sana karşı kötü
kuluz. Güzel efendilik yönünden bizim kötü kulluğumuza karşı bizi esirge!
Nara atan sarhoşa, az iç! diyorsun. Ey ham sofu! Su aşağı doğru akıyor. Fikir yürütenler bir dem içindedirler. Amber
kokulu sağlam pabucu onun önüne bıraktım. Ansızın parmağım ayağına .değdi. Ateşte kızmış bir kızıl demir gibi olmuştu.
Beyit:
Çok damlacıklar, çiy danelerl gördüm,
Ben onda Samîrî ile danası gibi kaldım.
«Dünya bir oyuncaktır,» dedi. Bugün eğer onunla geçinemiyorsan bari yapma, açıktan gösterme bunu, beddua etme.
Allahya ısmarlayıp onu inciltme. Çünkü o görünüşte her şeye katlanır gibi gösterir ama içinden Allaha havale eder. Öyle olur ki
bizim nefesimizi keserler, ağzımızı tıkarlar; yahut bu gece aralarında konuşur belki de öldürürler. O dedi ki, «Ben sığınacak
yerimi gördüm. O geniş yolda kandan başka saldırganlığa karşı cesaretli oldum. Onun düşmanı gibi ve yeşil toprak oldum.»
Her gezegenin, öteki gezegene kavuşmasından bir Burç doğar. Erkeğin kadınla birleşmesinden nasıl insan doğarsa,
elbise ile insan bedeninde nasıl sıcaklık olursa, iki birleşmeden de bir şey meydana gelir. Yaydan kirişi çıkarırsanız ne 'iş
görür? Ancak onun kulağını bükerlerse o zaman yaralar. Söz ağızdan çıkar hiç bir iş ve muamele yoktur ki, o «Ben yoksulların
yoksulu, düşkünlerin düşkünüyüm Allah benim nefsimi sizden iyi bilir?» demesin. Bir kimse sana bu sözü söylerse sen de ona
söyle ki, «O sensin kıskançsın, kıskançlıktan dolayı da böyle coşuyorsun. Sen kendine de haset ediyorsun.» îşte her kim sana
bu türlü söz söylerse, de ki: «O sen değil misin? Sen o yılanın başısın!»
Biri sordu: «İblis kimdir?» «İblis sensin!» dedim. Eğer Cebrail kimdir diye sorsaydı, o sensin derdim. Her kim sana,
falan kişi seni övdü derse, de ki, «Hayır beni sen övüyorsun da onu bahane ediyorsun.» Ona söyle sen onun sözünden ne
anlaşıldığını nereden bileceksin? Gel de o sözü kendisinden soralım, görelim ne demiştir. Ben bir söz söylersem başka manada
söylerim. Onun manası nedir acaba ne maksatla söylemiştir?
(M. 155) Kera Hatun bile kıskançtır, Mevlânâ da kıskançtır. Ama insanı cennete götüren o kıskançlıktır. Bütün gün
benim konuşmalarım da bu kıskançlık üzerinedir. Ama ötekinin kıskançlığı onu cehenneme götürür. Ben bir hizmet
görüyorum, ondan dolayı da bana kıskançlık ediyorsun ki ondan vazgeçeyim, geri durayım.
Efendi ev sizindir. Siz gitmeyin, ben gider ve size Kaf dağı gibi teşekkürlerimi sunarım. Mevlânâ'nın sohbetinden,
onun şerefini omuzlarımda taşıdığım halde ayrılayım, tekrar teşekkürler sunayım, özgür kalayım. Bendeki ahmaklık öyle bir
kerteye geldi ki. Eğer Musa Aleyhisselâm gelse de, «Benim dilediğim o ümmeti bana göster,» deseydi, ona «îşte budur!» diye
gösterirdim.
Kendi kendime adakta bulundum. Eğer bu durumdan kurtulursam gizli, aşikâr neyim varsa sadaka vereyim. Şimdi ey
düşmanlar bana bir hile yapamıya-caksınız! Bana kuracağınız tuzakla şu Kaf dağını kaldırıp omuzlarıma yükleseniz, buna bir
kat daha ekle-seniz ve bunları hiç kaldırmasanız bile yine benim için bir can rahatlığı olacaktır.
Ömrümüzü hep kadın sevgisi oyunları ile geçirdik. Allah kitabını arkamıza attık. O ilâhî kitabın hesabını nasıl
vereceğiz. İnsan olan kimse de o kitabın âyetidir. O âyet içinde âyetler vardır.
Yahudinin biri bazı Kuran âyetlerini ezberlerdi, Bağdat'ta kadılık yapıyordu. Yıllarca yer altında bir takım adamlar,
silâhlı kişiler gizlemişti. Halife bu hali haber aldı ve onu yakalattı. Kadılık, ilim, fetva ve Kuran hepsi o Yahudideydi. Ama o
ancak sahtekâr bir köpekti. Karanlıkta yürüyen yolunu şaşırır derler. Kadir gecesi «İnnâ Enzelnâ» sûresinde bir kaç âyette
işaret buyurulmuştur. O bin aydan hayırlıdır. Ayın on dördüncü gecesinden daha aydındır. Ama aylar arasında gizlenmiştir.
Çok parlak olduğu için gizlenmiştir o Kadir gecesi. Gerçi diğer bir âyette, «Vah ne yazık ki Allah tarafına yönelmekte, ona
yaklaşmakta tembel davrandım!» buyurulmuştur. Halbuki, öylesine zaman ve mekândan uzak, öylesine yönsüz ve tarafsızdır
ki! Ama zamanı gelmeyince ne yapar. Ben hoşum, nasıl hoş olmıyayım. Şimdiye kadar beni hiç kimse inkâr etmedi ki,
arkadan Allahya yakın yüz binlerce melek, gerçeklemesin. Bana asla bir kimse cefa etmedi, kötü söz söylemedi ki, celâl ve
ululuğu en yüce olan Allah, o kötülüklere karşı beni binlerce defa öğmüş olmasın. Sonra benden ayrılmıyan, bana yabancı
kalmıyan bir kimse yoktur ki, ona ulu Allah (M. 156) binlerce yakınlık göstermiş olmasın. Her kime öğüt yoluyla bir söz
söyledimse bana o sözün karşılığını verdi. Yüz bin gerçek Allah eriyle Hakka yakın erenlerin canları önüme gelip baş koydular,
beni kutladılar.
Bana «Dünya müminin zindanıdır,» anlamındaki hadis biraz garip geliyor. Ben zindan görmedim. Ancak hep gönül
hoşluğu ve saygı gördüm. Hep devlete kondum. Bir kâfir elime su dökseydi Allah onu yarlı-gar, makbul kişilerden olurdu. Ben
niçin kendimi o kadar aşağılık göreyim? Bir kaç kere kendimi tanıdım. Aman ne izzet, ne ululuk var bende. Ben sanki bir
inciyim, pislik içine düşmüş bir mücevher gibiyim. Şimdi sanıyorum ki o durumdan kurtuldum. Ama hayır bir Müslüman
kardeşinin elini sıkıyorsun kımıldandıkca günahların dökülüyor; o halde şimdi durmadan kımıldanmak, hareket etmek
gerekiyor. «Ey Müslümanlar: Harekete geçin, kımıldayın ki biz de kımıldanalım...»
Hayır bu yanlış değil, Allah da böyle buyurdu. Her dilden türlü türlü hüner ve marifetleri benim elime verdi. Parmağını
kulağına kadar kaldırdı. «Allah'tan başka Allah yoktur» dedi. Ben sana ne dedim, ben o gün gider bir nargile içerim, sonra
cübbe giyer ve bunu mendile koyanm. Seni bağda çağırıyorlar niçin acaba! Gel de kulağına söyliyeyim.
Şiir:
Nedir bu kanlı yaşlar, neden? diyorsun bana.
Mademki soruyorsun, gel anlatayım sana!
Şimdi anladın mı? Bunu hep senin için soyuyorum. Olmıya ki kimse işitsin, senin için söylediğimi anlasın zamane
fenadır.
Bir delikanlı vardı, ona Zeynep hikâyesini sonuna kadar anlattım. Onun işine çok önem vermiştim, îstiyordu ki bir kaç
gün orada, o sözü sonuna kadar tekrarlasın dursun. Anladım, «hayır» dedim. «O halde bütün bunları senin için söylediğime
neden inandın da anlamak istemiyorsun,» dedi. «Evet,» dedim, «Anladım. Tekrar söyle» dedi. «Onu Mevlânâ'ya söyliyeyim de
sana tekrarlasın» dedim.
(M. 157) Ama niçin benim sana anlattığım bir şeyi tekrar Mevlânâ'ya söylüyorsun? Niçin tekrarlıyorsun ona? Diyelim
ki siz bunu benden dinlediniz ama başkalarının bunu sizden nasıl dinliyeceklerine güvenebilir miyim? «Allahnın mağfiretine
uğramış bir kimse ile birlikte yemek yiyen de yarlıganmış olur,» buyurulmuştur. Ama bundan anlaşılan ekmek ve yemek
değildir, bu onun yediği manevî gıdadan yiyenler demektir. Yoksa binlerce münafık ve Yahudi, Hazreti Peygamberle birlikte
yemek yemedi mi?
«Allah arş üzerinde hüküm sürmektedir,» anlamındaki âyetin yorumunda ne demişlerdir? Bunun açık anlamından
başka çeşitli tefsirciler türlü yorumlar yapmışlardır. «Bir adam Irak'a hakim oldu,» sözü de buna benzer. Bu sözü de Eş'ariye
mezhebinin kurucusu Ebül-Hasan söylemiştir. Onun sözüne karşı bir araştırma yapmadan böylece inanmak gerekir mi? Bu
sözden ne anlaşılıyor? Bu tâhâ sözü üzerinde de neler söylenmemiştir. Tefsirde açıklandığına göre tâhâ, Mu-hammed'in (S. A.)
ismidir, yahut «Ey insan!» anlamına gelir. Noktalı, hareketli harfler, hele astronomların rakamları ta harfinde aşikâr imiş,
bugün bilinmektedir ki, bunun yorumunu Levhi-Mahfuz'dan okumak gerekiyor ve o Levh üzerindedir.
Allah rahmet etsin Ahmed-i Gazali ile iki kardeşi temiz bir soydan id'iler. Her biri kendi bilim dallarında eşsiz
kişilerdendi. Muhammed-i Gazâlî özellikle türlü ilimlerde eşsizdi. Yazdığı eserler güneşten dahr parlaktır. Bunu Mevlânâ'da
bilir. Kardeş1! Ahmed-ı Gazâlî Allahsal bilgilerde, marifet ve irfan konusunda parmakla gösterilenlerin sultanı olmuştu. Kulağı
iyi işitmiyen fakih bile benim sözüme hayret eder. Her insan benim sözümü nasıl anlatabilir, başkalarına nasıl aktarabilir?
Ulu Allahnın yüce zatına ant içerim ki Mevlânâ eğer benim sözümü başkalarına aktarmak isterse benden daha iyi
aktarır. Bunu daha güzel nükteler ve manalarla süsler. Ama Mevlânâ yine de benim sözümü nakletmiş olmaz. Üçüncü kardeş
Ömer-i Gazâlî'ye gelince, o da zengin ve büyük bir ticaret adamıydı, hele cömertlikte, bağışta hiç kimse ona yetişemezdi.
Muhammed-i Gazâlî'ye birisi dedi ki şu senin kardeşin Ahmed hakkında diyorlar ki, o söz söylüyor ama hiç bir
bilgiden haberi yok. Muhammed Gazâlî de Zahire adlı kitabını kardeşine gönderdi ve götüren adama tembih etti, «Git, edeple
yanına gir, her ne harekette bulunursa dikkat et. Gülümseme, (M. 158) baş ve el hareketleri gibi her ne yaparsa gözden
kaçırma! Gözün onun gözüne baktığı anda çok dikkatli ol, onun bütün tavır ve hareketlerini izlemiye çalış, ayak parmaklarına
varıncaya kadar dikkat et.»
Kitabı getiren adam içeri girince, gördü ki o, tekkesinde neşeli bir halde oturuyor. Ansızın gözü gözüne ilişince üstad
tebessüm etti, sordu: «Bize kitaplar mı getirdin?» Adamın vücuduna bir titreme geldi. Sonra söze başladı, üstad diyordu ki:
«Ben ümmîyim. Ama ümmî başka a'mî başkadır. O a'mî yani kara cahil, aslında kördür. Ümmî ise yazı yazmayandır.» Sonra,
«Pekâlâ,» dedi. «Şimdi sen oku o kitabı ki, ben dinliyeyim.» Gelen adamcağız titriye titriye kitabın her yerinden birşeyler
okudu, «O halde o kitabın başına şimdi sana inşad edeceğim şu beyti yaz» dedi.
Beyit:
Zahire neme lâzım, kitabı nideyim ben,
Yârın dudağı varken, şarabı nideyim ben.
İblis bir bahane, Adem nişanedir, iblis, karanlık, Adem ışıktır. İblis alçak, Adem yüksektir. Şu tarzda konuşuyordum.
Dün hem kendi kendime söyleniyor, hem de hendeğin çevresini dolaşıyordum. Sözün sonu gelmiş, yenilgiye uğramıştım
sanki. Sözün altında kalmıştım. Yenilginin verdiği güçsüzlükle ne yapayım diyordum. Eğer mimberde de söz bana böyle üstün
gelir beni yıkarsa artık mimbere çıkmam. Efendi yalan gerekse yalan söyleyeyim, vaiz etmiyorum ki.
Söz benim içimdedir. Her kim benden söz dinlemek isterse, benim iç âlemime gelir, ancak orada bir kapıcı
oturmuştur. (Ona baş vurur.)
Korkak bir köylü, bir çok korkusuz ve cesur kimselerle dost oldu. O korkusuzluk ve teklifsizlik dolayısiyle de
dostlarının hiç birisi ona, sen kimsin? diye sormadı. Ben kimim demesine de fırsat vermiyordu. Nihayet biri ben falan oğlu
falanın dostuyum diye geldi, öylesine bir vuruş vurdu ki, onu iki parça etti.
Ben bilmiyorum. Bunlardan bir şikâyet hikâyesi anlatırlar. Emire derler ki: «O adam şöyle böyle yaptı.» Emir
görmeden bu olaya el koymak istemez. Çünkü kapıcı çok sevdiği bir kişidir. Olayı önce ona getirirler, onun huzuruna çıkarır ve
derler ki: «Bu olay nedir? Bir bakıver.» Kapıcı der ki: Ben bakıyorum ama okuyamıyorum. (M. 159) O zaten gereksiz bir iş
yapmaz sonra halvete çekilince kapıcıya sorarlar: «Niçin böyle yaptın?» Nihayet, «O bir dost idi bana bir daha yapmam diye
söz verdi, gitti çok edepli ve niyazlı bir halde gitti,» der. Şimdi bu adam bundan sonra o kapıcıdan vazgeçer mi? Evet başka
kapılar, başka kapıcılar da vardır, yol üzerinde başkaları da vardır. Ama o başkadır.
Uzun süren işler gönül âlemine dayanınca, onu gönül âlemine götürürler, îçinde bir sır saklayan adamı sarhoş ederler
ki, o sırrı açıklasın, sarhoşlukla her şeyi anlatsın diye. Ama gerektir ki, onu dinleyen kimse, o sarhoş sözleri arasındaki
açıklamalardan hangisinin sır olduğunu anlayabilsin. Hiç söylememiş olduğum ufak tefek şeyler var ki, bu sözlerden bazdan
ağzından kaçmış, tekrar üstü örtülmüştür. Mevlânâ Allah nuruyla yazar, bir şey bulur yahut bulmaz. Bunu gözden geçirelim ki,
anlaşılsın. Görüyorsun ki, ben hep, Allah beni tasarruf ehli kılsın diye düşündüm. Halimi düzeltsin de, her şeye açık bir gözle
bakayım, dedim. O namaz kılan kişiyi de böylece göre-miyordum. Allanın verdiği o tasarruf (bazen) kalmıyor, bende bir öfke
baş gösteriyor, yokluktan tekrar varlığa dönüyorum. Bu işe şaşıyor ve kendime gülüyorum. Bu değişik haller içinde düşünmek
gerekiyor. Çünkü garip şeyler görüyorsun, bir an içinde hal böyle iken bir müddet sonra şöyle oluyor. Gözünü yukarı
çevirinceye kadar durum böyle iken, aşaği bakınca-ya kadar, şöyle oluyor.
insanoğlu bütün geçici varlıklardan ve yaratıklardan üstündür. Çünkü onun görüşü, bütün arşı, kürsüyü, yerleri ve
gökleri ve her ikisi arasında bulunan yaratıkları kapsayan bir genişliktedir. Allahya ait sıfatlara ortak olan bu yaratığın görüşü,
bütün görüşlerden daha yücedir. Ne gariptir ki, ulu Allah, bütün sıfatları ile bu yaratıktan belirir. «Nerde olsanız, o sizinle
beraberdir,» mealindeki âyetin hikmeti anlaşılır. Nasıl ki bu basiret, görüş sayesinde Allah herkese bir yön, bir alan
göstermiştir. Başka tarafı görmesinler ve sapmasınlar diye. Birine kuyumculukta uzmanlık yolunu göstermiştir. Ötekine
mücevhercilik ve kimya ilminin inceliklerini, sihir, bahane, büyücülük fenle-rini öğretmiştir. Bir başkası mantık, tartışma
yolunda uğraşır; fıkıh, usul bilir. Daha başkaları öteki âlemin rahat ve sefası ile dolu olarak nuru ve Allahyı görür. Biri de
şehvet, güzellik, aşk ile uğraşır, güldürü edebiyatı ile maskaralıktan hoşlanır. Yine başka biri de melekleri, hurileri, arşı ve
kürsüyü bilir; bunlardan zevk alır. (M. 160) Bunlardan her birine bu köşke bir görüntü penceresi açılmıştır, âlemi başka bir
balkondan seyretmektedir. Bunun halinden ötekinin haberi yoktur, öteki de berikinin halinden ve isinden anlamaz.
Yüz binlerce, sonsuz sayıda canlı varlıklar, hayvanlar, böcekler, melekler ve başkaları için balkonlar açılmıştır. Tabip,
astronom, bunlardan başka her kim daha yüksekten yürürse, daha çok balkonların açıldığını görür.
O, ünlü kişilerden değildi, ama Ahmed-i Gazali' nin çetin bir işi vardı ki hep kendisine perde oluyordu. Hiç kimseye
karşı o perde kalkmıyordu. O kendi kendine çok yiğitlik etti.
Bir insan ki, gözünü göklere çevirse de melekler tarafına baksa, âyetteki, «Onu yerle bir etti,» anlamındaki hikmeti
ve, «Gök yarıldığı zaman,» anlamına gelen öteki âyetin ilâhî kavramını görür ve okurdu. Öylesine gizli çileler çekiyordu ki,
halk hiç anlayamı-yordu. Ama onun bu çile ve riyazatlarından her ne anlatırlarsa hepsi de yalandır. Çünkü o, bu çile ve
halvetlerde hiç oturmamıştır. O bir bidattir, sonradan uydurulmuş bir âdettir. Muhammed (S. A.) dininde böyle bir şey yoktur.
Hazreti Peygamber (S. A.) çilede oturmadı.
Musa kıssasında: «Biz Musa'ya söz verdik,» diye başlayan âyetteki hikmeti oku ve düşün. Bu kör gözlüler, Musa'nın
bu kadar yücelikle, Allah yakınlığı ile beraber, «Yarabbi beni Muhammed ümmetinden kıl!» diye yalvardığını göremezler,
anlayamazlar. Bu «Ulu Allahm beni cemalini gören kullarından et!» demek-tif. Bu sözün inceliği buradadır. Yoksa Musa'nın
dileği, senin benim dileklerim gibi olsaydı sopası koltuğunda geçer giderdi. Maksat ya bu sır idi, ya öteki. Bu, hem de Musa'yı
(hâşâ) ayıplama ve tartışma yeri oldu ama, Allah cemalini görecek ümmetler arasında tek ümmet Hazreti Muhammed'in
ümmeti olduğunu Musa Peygamber biliyordu.
Ahmed-i Gazâlî, sözü geçen perdenin kaldırılması için uğraşırken ona bir ses geldi, yahut gönlünde bir ilham ışığı
parladı. «Senin gözündeki perdeyi Zengan-lı şeyh kaldıracaktır,» denildi. Gazâlî hemen kalktı ve gitti gider gitmez de aynı
günde hocanın ziyaretine uğradı. Onu semâ ederken buldu ve o semâ sırasında artık isteği yerini bulmuştu. Oradan Tebriz'e
geldi. Tebriz'liler hep bir ağızdan, «Bu adam, filan güzel delikanlıyı görmek için gelmiştir,» dediler. Bir kocakarıya para
vererek onun geçeceği yol üzerinde oturmasını, gayet gamlı ve kederli bir eda ile onu karşılamasını tembih ettiler. Ahmed-i
Gazâlî, kadını bu halde görünce sordu: «Sana ne oldu ki böyle içlendin?» Kadın şu cevabı verdi: «Ben nasıl üzülmeyeyim ki!
Ciğerimin köşesi, gözümün nuru bir oğlum vardı, sizlere ömür öldü de ona ağlıyorum.» Gazâlî sordu, «Öldü mü?» Kadın,
«Evet,» dedi, «Öldü.» Gazâlî yol arkadaşlarına dönerek, «Ey kervan arkadaşları!» dedi, «Bana burada bir saat kadar müsaade
eder misiniz? Aşağı inin de biraz bekleyin. Şu kadın acaba doğru mu söylüyor? Bunu bir araştırayım!» Arkadaşları, «Hay hay!»
dediler, atlarından indiler bir saat kadar başını önüne eğdi. Ertesi günü güneş doğuncaya kadar murakabede kaldı. Nihayet,
«Bu kadın yalan söylüyor,» dedi, «Çünkü Adem Peygamber zamanından bu saate kadar kalıbından ayrılmış ve dünyadan
göçmüş olan yaratıkların ruhlarını yokladım. Bu kadının çocuğunun ruhu bunlar arasında yoktur. Artık yürüyün!» Tebriz'e
geldiği zaman yine bütün şehir halkı birbirine geçti.
Söylemesi hoş değil ama, Ahmed'in güzel yüzlere karşı aşırı bir tutkunluğu vardı. Ama şehvet yönünden değil. Çünkü
onun gördüğü şeyleri başkalarının gözü göremiyordu. Onu parça parça etseler bir şehvet zerresi bile yoktu kendisinde.
Davranışlarını bazı kimse ler hoş görüyor bazıları da onu durmadan eleştiriyorlardı. Tebriz'de bulunduğu sıralarda bir kişi vardı
ki, onu yüz kere beğenip gerçekledikten sonra, tekrar yüz kere de inkâr ediyordu. Nihayet bir gün işi Tebriz Atabey'ine
anlattılar. «Bize inanın yoksa buyurun hamam penceresinden onun halini bir görün,» dediler. Ahmed, hamam penceresinin
önünde uyumuş, ayakları oğlancığın kucağında, mangala ödağacı ve amber kokuları serpmişler her taraf tütsü içinde. Atabey
bir aralık geldi, hamam penceresinden ve külhanın bif kenarından içeriye gizlice baktı. Hoşnutsuzlukla geri döneceği sırada
içeriden bir ses yükseldi: «Ey Türk yavrusu! içeriyi tamam gör de ondan sonra git!» Atabey hemen geri dönüp bir daha içeriye
baktı, bir de ne görsün, Şeyh, bir ayağını kaldırmış ateş dolu mangalın içinde duruyor. Bu hali gören Atabey şaşırdı; ilk defa
yanlış gördüğünden dolayı özür diledi hayretle ağlayarak geri döndü.
Onun bir de âlim, erdemli, her fenne âşinâ ve müderrislik yapan bir müridi vardı. Bu adam, Şeyhin kulu kölesi
olmuştu. Bu güzel çocuk konusunda kaç 'kere onu hoş görmüş, sonra inkâr etmişti. Çok kere şeyhin atının dizginlerini
omuzuna alır, önü sıra yaya yürürdü. Oğlancık ise, Şeyhin terki bağına yapışmış yürürlerken yolda, Şeyh çocukla bir şeyler
konuşur, gizli işaretler yapardı. Müderris, dizginler boynunda eve gelmeden onu on kere inkâr eder, dizginleri boynundan atıp
kaçmak ister. Sonra tekrar, Şeyhin kerametine inanırdı. Başını açarak onun ayağına kapanmak kafasında düğümlenen
vesvese ve kuruntulardan kurtulmak için çare arardı. Şeyh bu hali de biliyordu. (M. 162) O erdemli müderris, Şeyhin elinde
bir saat ağlayan sonra bir saat gülen oyuncak bir bebek gibiydi.
Bir gün Mevlânâ dervişlere nasihat verdi; onlara, bizim niteliklerimizden söz açtı. Dostlar, bu sözlerden çok
duygulandılar. Mevlânâ buyurdu ki siz: «Allah yüceliğini arttırsın! Hüdavent Şemseddin-i Tebrizi'ye karşı ufacık bir
hoşnutsuzluk ve cefa eseri gösterirseniz benim size verdiğim öğütlerle, sizin aşırı duyarlığınız sizin için kapalı kalacaktır.
Şeytan, kurt sizin bu içten duygularınıza karşı gözlerinize kar sa-vuracak yani sizi yine şaşırtacaktır.» Dostlar kendi
kendilerine «Hayır!» dediler. «Gidelim ondan af dileyelim, suçumuzu bağışlasın artık bundan sonra da Mevlânâ Şemseddin'e
karşı terbiyesiz bir davranışta bulunmayalım.» Evin kapısına kadar geldiler, ama içeriye girmeye yol bulamadılar. Bunun
üzerine onların bütün duyguları değişti. Yol vermeyişimizin sebebi şu idi: Ben kendi kendime diyordum ki, burası domuz ağılı
değil ki azıcık pişmanlık duyan, azıcık içi sıkılan herkes dışarı fırlasın da buraya koşsun. Nihayet, o kadar yüceliği aşikâr olan
Ahmed-i Gazâlî'ye karşı kötü düşünenlerin yersiz düşüncelerini ve ayıplamalarını çürütmek için, kendisine kitap
gönderdiklerini, bir vakit bu kitaptan sözler nakledersen, hakkında yanlış düşünenlerin ağızlarını bağlamış olursun, dedikleri
için kardeşinin bile kendi tekkesine gelmesine yol vermediği söylenir. Bir anlatışa göre yedi yıl, başka bir anlatışa göre de on
beş yıl hep seferde ve yolculukta dolaştı. İnkarcılara derdi ki, «Burası domuz ağılı mıdır ki başına bir hal geldiği zaman buraya
koşuyorsun?» Nihayet bu dostların hiçbirisinden bir şey beklemiyorum. Önce sizden ilim öğrenmem. Belki o zaman benim
sözlerimi anlar, güzel güzel kendinizi niyaza hazırlarsınız. Siz kendi bilginizden, kendi hayalinizden dolayı benim sözlerimi
anlayamazsınız. Öyle değil. Nasıl ki bizim falan dostumuzu bizden sorarlar. O fakih midir yoksa fakir mi? Dedi ki: «O hem
fakihtir, hem de fakir.» «Ama nasıl olurki bütün sözleri fıkıh konusundadır?» Cevap verdi ve dedi ki: «Onun fakirliği o soğuk
davranışlı insanların fakirliğine benzemez. Bunu o taifeye söylemek gerekmez. Ona bu halk ile konuşmak yazık olur.»
Sözü ilim yolu ile söylerler, sırları da işaret yolu ile anlatırlar. (M. 163) Onun sözleri söylenmiş olur", dünyalık söz
olur. Mevlânâ bilir ki, bu şehirde büyüklerden biri vardır. O hep bizi görmek arzusundadır*. Hem bugün, geceye kadar ona
hükmedersem ondan bana o kadar faydalı sohbet fırsatı erişir ki, sizden çok güçlü, bu mecliste oturanlardan çok olgun kişidir.
Bugün, mademki sizde ne ilim öğrenmek arzusu ne marifet dinlemek isteği, hattâ dünyaya ait bir dilek vardır. O halde size
her ne yapmanızı emredersem, yalnız sizin faydalanmanız içindir.
Bir kişi sizinle dervişler sohbetinden söz açarsa, inançla onu dinleyin. Mademki dinlediniz, türlü yollardan onu inkâra
kalkışmayın ve mademki işittiniz, bu af dilemek resmî bir adettir, hiç bir değeri yoktur. Bin türlü kötü sebeplerle bozulur.
Abdesbin bozulduğu gibi karnından çıkan yel gibi geçer gider. O zaman, «Yarabbi, nefsimize zulmettik, sinemizi temizledik
dersin!»
Bir gün, «Mevlânâ Şemseddin şunu oku!» diye bir Şeyhin risalesini getirdiler. Onu ezgi ile, musiki makamiyle okurken
alay yolu ile durak ve aksanlarını da ihmal etmiyordu ve diyordu ki: «Ben bunları bilmem. (M.164) O ne yüce Mustafa ki, sefa
kaynağında bütün hayallerden uzaklaşmış, kendini bütün kuruntulardan kurtarmıştır.» Hayal hakkında aynı sözü üç kere
tekrarlıyor ve diyordu ki: «Ey hayal git benden! Eğer gitmezsen ben gideyim.»
O direk üstünde yürüyen ip cambazı, iki gözü bağlanmış ayaklarında takunyası, başında su testisi, elinde dört parça
eşya olduğu halde ip üzerinde ayaklarını gıcırdatarak ileri doğru yürüyor, tekrar dönüyor, ansızın kendini aşağı atıyor, iki
ayağı ve koltuğu ile ipi tutuyor, sonra tek parmağı ile kendini asıyor, tekrar ip üzerine sıçrıyordu.
Öteki arkadaşı da şişmandı, ansızın aşağı düştü, arkadaşı ip üzerinde hep ona seslenir, «Seni falan hocanın adına
getirdim,» diye bir ağlama tuttururdu. Hemen sopaları, çarşafları toparlar, bol bahşiş alırlardı. Bunlar cambazlığı deniz
kıyısında öğrenirler, ipten düşerlerse su içine düşerler. Bu suretle uzun çalışmalar sonunda usta birer cambaz olurlar. Ondan
sonra da karaya gelirlerdi. Yavaş yavaş sopalarını daha yükseklere çıkarır, ip üzerinde durma ve yürüme usullerini öğrenirler.
Nasıl ki hilâl dolunay oluncaya kadar, taştaki yağmur yakut haline gelinceye kadar, denize yağan yağmur taneleri de inci
oluncaya kadar sabır gerekirse, bunlar da sabır ve çalışma ile uzman birer cambaz olurlardı.
Mısra:
Koruktan zamanla helva yaparlar.
Bana ne zaman söverlerse hoşuma gider, övdükleri zaman da üzüntü duyarım. Çünkü övme öyle olmalıdır ki,
arkasından sövme olmasın. Yoksa o övüş münafıklık olur. Nihayet münafık kâfirden de beterdir. Âyette de işaret buyurulduğu
gibi münafıklar cehennemin en derin yerindedir. Kâfir dedi ki, «Bu sefer gel de beraberce Şam'a gidelim, güz gelir gelmez
gidelim.» Benim hiç ilgjm yok, bu müritler ahmak insanlardır. Her biri bir yıllık kazancını, şunu al da git, diye bana
verselerdi,Hümam da iki üç dirhem buna kalsaydı, on iki bin dirhem tutardı. Ben gizlice haber gönderir, derdim ki: «Ey
Mevlânâ, epeyce para toplandı kalk gidelim!» Onu kaldırırdım. Onunla bir müddet hoş geçinir ve yine dönerdik. Bunu
anlatırken hatırıma meşhur vaiz hikâyesi geldi:
Vaizin biri, konuşmasının en hararetli bir yerinde mecliste bulunan cimri bir zengini harekete geçirmek için, «Ey
cemaat!» dedi. «Bana Allahsal bir ilham geldi. (M. 165) Bu saatte şurada oturmuş olan bu efendinin güzel, ince ve şerefli
hatırından geçiyor ki, gideyim, vaktin şu vaizi olan bilginin başına Allah rızası 'için hemen şu makamda yüz dinar saçayım.»
Cimri zengin dedi ki: «Ey vaiz efendi! Size gelen o ilham sizin gönlünüzün sefasından, sizdeki iyi niyet yönündendir. Ama
Allahın yüz bin laneti benim hatırıma olsun ki, asla böyle bir şey düşünmedim.» Bu böyle geçti... Bakalım herkes bu ırmaktan
nasıl geçecek?
Şam Kadısı Hoy'lu Şemseddin'e eğer kendimi ver-scydim, ömrünün sonuna kadar işi düzelecekti. Ancak ona hile
yaptım o da o hileyi yuttu. Vay o güne ki ben hileye başlamayayım! Zaten işim ne? Hileden başka ne yaparım? Allahnın da işi
budur. Hile etmek. Bugün gidelim diye bir at alırsam ne olur. «Gitmeni istemiyorum,» diyorsun. «Böyle olmaz. Sana bir at
alayım ama, yine burada kal, gitme.» Senin söylediğin bu söz bile bir hile ve mekirdir. Benim işim yok. Müslümanlık, arzusuna
karşı gelmek, nefsine uymaktır. Kâfirlik de kendi keyfine uymaktır. Diyelim ki, biri imana gelmiştir. Bunun anlamı şudur: «Ben
artık arzularıma, nefsime uymayacağım, buna söz verdim.» Bir başkası da, «Bu benim işim değildir,» dedi, «Ben bunu
yapamam, ancak haraç verir, kendi keyfimce yaşarım.» Peygamber de buna razı oldu kabul etti, kâfire berat verdi ve buyurdu
ki, «Her kim bir Zim-mî'yi yani Müslüman olmayan bir insanı incitirse beni incitmiş gibi olur.» Ama başka biri de diyor ki: «Ben
Müslümamm, artık heva ve hevesten de üzgünüm.» Ama istiyorum ki, o ne haraç versin ne de arzularından vaz geçsin.
«Müminim, Müslümamm,» diyor ama imanı yoktur. «Dürüst adamım,» diyor ama dürüst değildir.
Sana, «Dostunum, senin uyruğunum,» der ama değildir. «Beyazım,» der ama siyahtır o, «Doğan kuşuyum,» der.
Hayır, kargadır. Mümin üzerine şükretmek gerektir, çünkü kâfir değildir. Kâfire de münafık olmadığı için şükretmek gerektir.
Garip hadisler arasında anlatırlar. Ama bu pek yaygın değildir. Cehennem halkı cehennemi boşalttıkları zaman, en
alçak ve derin yerleri bomboş kaldığı, kapıları kapandığı sırada cehennem harap bir boş eve dönerken münafıkların feryatları
duyulur. Onlara sorarlar: «Siz nasıl bir toplumsunuz ki, herkes burayı boşalttığı halde siz hâlâ içerdesiniz!» «Bizler nifak ehli
kişilerdeniz bizim için ne kurtuluş umudu kalmıştır, ne de burada kalmak imkânı.»
(M. 166) Bu hadisi de Kadı Şemseddin-i Hoyi ders sırasında anlatmıştı. Ama yaygın değildir ancak manaya âşinâ olan,
işin iç yüzünü bilen kimse bundan bir pay çıkarır. Bugün bir açık nifak vardır bir de gizli nifak. O açık nifak bizden ve
dostlarımızdan ırak olsun ama insanoğlunun yaratılışında olan o gizli nifakı da ondan söküp atmaya çalışmak gerektir. Yine
hadiste, «Mümin, Müminin aynasıdır,» buyurulmuştur. Bundan daha önemlisi, «Hak kulun aynasıdır, kul da hakkın aynasıdır,»
anlamına gelen hadislerdir. Olgun söz böyle dolgun olur.
Şemseddin-i Hoyi'ye biri karşı çıktı ve şöyle bir tartışma açtı. Onun maksadı bir din adamını kötülemekti. Diyordu ki:
«Filan kişi bu kadar şiir ezberlemiş, her fenden, devlet ve divan işlerinden bir kaç şey öğrenmiştir. Ötekinin ise hiç bir şeyden
haberi, resmî işlerden bir bilgisi yoktur.» Buyuruyorsunuz ki: «Nihayet onun ezberinde bir şey yoktur, kitap da yazmamıştır.
Ama söz eridir, tecrübe sahibidir. Görmüyor musunuz ki, sırası geldiği zaman nasıl konuşuyor. Ötekinin ne kadar geniş bilgisi
olursa olsun, tecrübesi yoksa görüyorsun ki yeri geldiği zaman hiç bir şey söyleyemiyor.» Şimdi bunların aralarındaki ayrılık
ve derece farkı, zahir bilgisi, duygu ve düşünce yönün-dendir. Bu cihanın aklı ve bu cihanın hissi iledir.
Halbuki öteki cihanın akıl mertebelerinin nasıl olduğunu söylersem bu da bir mekir ve hile olur. Size demiyor
muyum ki, pamukları kulağınızdan çıkarın da kuru sözlerin esiri olmayın. Açık ikiyüzlülüğe kapıl-mayasınız, Her görünüşe
aldanmayasınız, gözünüzü kulağınızı açasınız ki, işin iç yüzünü kavrayabiles'niz. (Onun iç yüzünü ancak Allah bilir yahut
Peygamberin rızasını kazananlar bilir,) Savaş adamlarına nasıl olur da sır verebilirsiniz? Ona, «Gel şu savaşı, karşı durmayı
bırakıver» dersen ne çıkar? O, savaş sevdasındadır. Her nerede bir kavga görse, kendi havasına uyar atılır. Banş isteyen bir
kimse de ona göre davranır, ona göre konuşur, çalışır ki, eğer birinin kulağına •giderse o da barışa yanaşsın ve desin ki:
«Ben çok utanıyorum, yaptıklarımdan ettiklerimden ve dediklerimden pişman oldum. O, şeytanın teşv'ki, şeytanın hilesiydi.
Yarabbi, ne fena işler yaptım! O ne iş idi ki ben yaptım. (M. 167) Meğer o bir kuruntu idi ki, benden bir söz çıktı onun hatırı
kırıldı.» Pişmanlık duysun. Onun gönlünde güzel sözler ve hareketlerle barışsever bir insan olduğu inancını yaratır.
Şiir:
Üstadın aşktır senin, oraya erişince
O sana hal diliyle anlatır ince, ince.
Hazreti Peygamber (S.A.) «Size helâl olan sihir sanatından haber vereyim ki, onunla özgür kimseleri parasız pulsuz
kendinize köle yapasımz,» buyurdu. Sahabeler, «Ey Allah elçisi bize bildir,» dediler, «iyi davranış, tatlı dildir,» buyurdu.
O ahmak bir iş yapar, bir söz söyler ki, soğukluğu açıktan belli olur. O, öyle bir hırsıza benzer ki iş-kence yapmadan,
soruşturmadan yaptıklarını açıkça söyler. Ancak o bir hırsız ki içinde hırsızlık zevk ve muhabbeti vardır. Gönlü çaldıklarına
bağlıdır. Onun hırsızlığını anlayanlar yüz bin kutsal canı böyle bir hırsızın ayağına saçarlar.
Dedi ki: Bugün Allah adı ile bu birinci lokmaya başladım, ikinci lokmaya, Cebrail'in, üçüncü lokmaya Mikâil'in adı ile
dördüncü lokmaya Azrail'in adı ile başladım. Çünkü yoksulluk lokmasıdır.
Dostluk o mudur ki, dostu uyurken biri gelsin, elbisesinin bir kenarını açsın, eteğini çeksin, edep yerlerini çıplak etsin
ve bunu halkın gözü önünde yapsın. Nuh Peygamberin oğlu gibi kara yüzüne erkekçe bir tokat vurur, gizlice eteğini çekerler.
O da öteki gibi gülmez ve der ki, «Eğer ben de onun gibi gülmezsem beni çıplak eden zavallı incinir.» Bu hoşgörme, yönünden
değildi, dostluktan da değildir. Umarım ki bir vakit bizi kötüleyenler yahut hayalle uğraşanlar arasında bizim hakkımızda
konuşulurken bazıları tereddüt gösterirler. Hayret edilecek nokta şudur ki, acaba bu sözleri dostlar mı söylüyorlar yoksa bizi
ayıplayanlar mi? Hangisini ele alalım. Onlar bir şey işitmek için kulaklarını dört açmışlardır. Bir taraf belki öteki taraftan daha
üstündür, derler. Umarım ki sen bunlar arasında en doğru olan sözü söylüyorsun belki kendinden hiç bir şey söylemiyorsun.
Zaten doğru konuşmak lâzımdır. Ben onlara (M. 168) dedim ki: «Sizden şu sebsple ayrılıyor ve sohbetlerinizi terk ediyorum:
Siz dervişi incitiyorsunuz.» Bu söz onlar için faydalı oldu çünkü onlar anlamıyorlar. Senin perhizin, onlardan ayrılman bizim
dostluğumuz yüzünden olmuştur. Onlar bu hali yorgunluk, yahut nezaket icabı sanırlar, yahut başka sebeplere yorarlar. Eğer
hatıra bir şey gelir de bu sözü söylersen falana bir zarar gelir düşüncesi ile o sözü saklamak gerekmez. Çarçabuk dosta
anlatmak ve söylemek lâzım gelir.
Gönül ki, göklerden, feleklerden daha büyük, daha geniş, daha hoş ve aydındır; onu gereksiz sözlerle niçin
daraltmalı? Pek hoş olan bir âlemi kendine zindan gibi daraltmak nasıl uygun düşer? Bostan gibi olan bir cihanı kendine
daracık bir zindan etmek, ipek böceği gibi daracık bir koza içinde kuruntular, vesveselerle, çirkin hayallerle oyalanmak,
kendini karanlık bir âleme atmak, hep gafil uyumak ne demektir? Biz o kimselerdeniz ki, zindanı kendimize bostan yaparız.
Bizim zindanımız bostan olunca ya bostanımız nasıl olur? Bir seyret de gör! Hazreti Peygamberin (S.A.) mübarek sözlerinden
hiç birinden irkilmedim. Ancak şu, «Dünya müminin zindanıdır,» anlamındaki hadiste şaşaladım. Ben dünyayı hiç de zindan
görmüyorum. «Zindan nerede?» diyorum. Ancak o hazret, «müminlerin zindanı,» demiş, «kulların zindanı,» dememiştir.
Kullar başka bir toplumdur. Burada kendi maksadını o daracık düşünceye sığdırmak gerekmez. Dost ile her ne gelirse, çabuk
çabuk, ahval şöyledir, der geçersin. Perhiz şu cihetten gereklidir ki, acaba bu bahsi dost ile nasıl konuşayım? Dost zaten hali
görüyor. Eğer dost olan arkadaşına söylemezsen ne kadar araşan bu konuda sol yönü bulamazsın çünkü onun her iki eli de
sağ eldir. Bundan dolayı âyette, «Allah ve Resulünün iki eli arasında,» buyurulması belki her iki eli de açıktır anlamına gelir.
Nasıl ki o gün demişti ki:. Tebbet âyeti ile ihlâs sûresi arasında hiç bir fark yoktur. Her ikisi de birdir, Allah kelâmıdır. Ben bir
vakit bu türlü söz söylemiştim. «Gel de şimdi anlat bakayım. Nasıl diyorsun ki Tebbel nedir ki?» Ebû-lehep ziyan etti, helak
oldu, Ebûleheb'in iki eli kurusun! Alevli ateşe götürülecektir. Gün olur ki ateş içinde heybetli bir dille konuşur. Şimdi bu îhlâs
sûresi yani söyle ki «Allah tektir,» âyeti ile Tebbet'ten her ikisi bir olur mu? Bu îhlâs sûresinin anlamı Allah sıfatlardan başka
değildir. Şimdi söylemek gerekir ki, sen Müslüman olarak öleceksin, kâfir ölmeyeceksin, kurtulacaksın ateşten. Şimdi öyle
hoşum, öylesine hoşum ki şu hoşlukla iki cihana sığamıyorum.
Siyah şalvarlı denen, bir din bilginiydi. Meliki Âdil ona çok inanırdı. Bindiği bir eşeğin sahibi ile kavgaya tutuşmuş,
Farsça diyordu ki: «Bu eşek kötü yürüyor, her saat yüzüstü kapanıyor. Halbuki geçen gün bana iyi bir eşek gösterdin, sonra
iyi eşekleri başkalarına verdin. Topal eşeği bana getirdin.» Ona dediler ki, «Bu adam Farsçadan anlamaz, onunla Arapça
konuş!» Acem bir saat kadar düşündü, Arapça konuşacağı kelimeleri zihninde hazırladı. Eşek sahibi biraz uzaklaşmıştı. Şeyh
ona seslendi. Kafasında hazırladığı Arapça sözleri unutmamaya çalışırken, eşekçi: «Ne diyorsun?» dedi. Şeyh, şu anlamdaki
Arapça sözleri kekeledi: «Yarın ben, güzel bir eşek...» Eşekçi sordu: «Bugün de öyle misin? Yâ Şeyh!»
Onu çekmeyen kıskanç fakihler akşam namazını kıldırması için sözbüiiği ettiler. Biliyorlardı ki, o Fatiha okumasını bile
beceremez. Onu koruyan Meliki Âdil de onun kim olduğunu bu vesile ile anlasın. Bu sözleşmeden sonra onu söze tuttular ki,
namaz vakti geçsin. Ama Hoca işi sezmişti, yüzünü Meliki Âdil'e çevirdi, «Ey ulu sultan,» dedi. «Sen lük, lük yürümesini bilir
misin?» «Hayır,» dedi sultan. Hoca, oradaki hizmetçiye gözüyle işaret ederek, «Getir şu pabuçlarımı,» dedi. Pabuçları
giydikten sonra yerinden sıçradı. Bir ayağını basıyor ötekini sürüklüyor, arada duraklıyor; sonra öteki ayağını da aynı veçhile
tekrar basıp sürükleyerek aksaklık örneği gösteriyordu. Şeyhin meclisinde bulunanlardan biri diyordu ki, «Şimdi bende ne
küfür kaldı, ne iman. Kendimde küfürden de, imandan da bir şey bulamadım. Senin huzuruna geldim. Ne Yahudilikten, ne
Mecusîlikten, ne de ana ve babadan kalma inançtan ne kaldı bende? Gerçi bundan önce de her neye inandım, iman getirdimse
yavaş yavaş o ilk inançlardan vazgeçtim.» Bu yol çok çetindir. Başı sonu belli değildir. Elbette kolay olmaz onun ilk inançları
hatırına gelmediği gibi ona yol da bulamaz. Bu tıpkı şuna benzer: «Adamın biri ırmak kenarında yıkanmak için elbisesini
soyunur ve suya atlar. (M. 170) Su sertçe akmaktadır. Onu kaptığı gibi aşağı doğru sürükler. O ise elbisesinin bulunduğu yere
doğru atılmaktadır ki, alsın da giysin diye. Ne çar'e ki, keskin akan su onu kapmış ve götürmüştür.»
Muhammed Aleyhisselâmın ibadeti ve işi istiğrak yani Allahsal düşünceye dalmak idi. Kendi kendine: «İş gönül işidir,
hizmet gönül hizmetidir, kulluk da gönülden kulluktur» buyurdu. Ama o ilâhi düşünce ve temaşa âlemine ancak Ulu Allah'da
kendini yok etmekle varılabilir. O biliyordu ki herkese, gerçek amel ve ibadet için yol yoktur. Kullardan pek az kimseye
istiğrak mutluluğu verilmiştir. Ümmet için bu beş vakit namaz ile yılda otuz gün orucu ve Hac törelerini emretti ki, onlar da o
temaşadan yoksun kalmasınlar, kurtuluşa ersinler ve başka ümmetlerden üstün olduklarını anlasınlar. Ola ki onlara da sözü
geçen o istiğrak mutluluğundan bir koku erişir. Eğer böyle olmasaydı, oruçtaki açlık nerede, Allahya kulluk nerede kalır? Dinin
bu açık teklifleri ve ibadet ne işe yarardı?
Bu şeyhlerin bir çoğu Muhammed (S.A.) dininin yol kesicileridir. Bütün fareler gibi bu dinin evini yıkmaya çalışırlar.
Ama Allahnın aziz kullarından öyle kediler de vardır ki, bu fareleri temizlemeye çalışırlar. Yüz binlerce fare toplansa bile tek bir
kediye bakmak cesaretini gösteremezler. Çünkü kedinin heybeti onların bir araya toplanmalarına imkân vermez. Kedi ise
kendi nefsinde bir topluluktur. Farelerde eğer toplanma cesareti olsaydı, birleşebilselerdi, içlerinden bir kaç fedaî fare
çıkabilseydi, kedi nihayet bunlardan birini yakalar, onunla uğraşırken ötekiler kedinin gözünü tırmalar, başına atlar elbette
onun işini bitirebilirlerdi. Hiç olmazsa kaçarlardı. Şu halde demektir ki, onlardaki korku toplanmalarına engel olmaktadır. Fare
dağılmanın; kedi topluluğun remzidir.
Âyette, «Kabe'nin içine giren güvende olur,» buyurulmuştur. Hiç şüphe yoktur bunda. Sonra diğer bir âyette,
«Etrafında bulunanları kapan,» cehennemden söz edilmektedir. Gönülden dışarıda (halkın yüreğinde vesvese veren) Şeytana
işaret buyurulmuştur. Yüz binlerce vesvese veren Şeytanlar, feryatlar, korkular vardır, ibrahim Peygamberin ateşe atılması,
Hakkın terbiyesindendir. Musa Peygamberin yetişmesi ve onun düşman elinde beslenmesi hep Allahnın birer cilvesidir. Evet
Peygamber Allahın lütuf ve irşadını biliyor muydu ki önce yoldaş sonra yol buyurdu.
(M. 171) Yüzüne tükürdüğün zaman ses çıkarmayan kimse yoktur. Kerim, demiştir ki, «Biri gelmiş pazarda
oturmuştu. Güya pazarı yakacaktı.» Ona dedim ki, «Ey ahmak. Sen de aynı yangının içinde yanar gidersin. Yanmak ona derler
ki, yanaşın da senden hiç bir eser kalmasın.» Evet, evliya zümresinden bazı kimseler vardır ki yanan ateşe atılırlar ama asla
yanmazlar. Gizli bir topluluk da vardır ki, onların her şeyi gizlidir. Dedi ki: «Ali'yi düşman bilenlerden bir Haricî vardı. Ali için o
öldü,» dedi. Ama Alâ'nm (Ala-eddin) düşmanı dedi ki: «Ben öyle söylerim ki Hazreti Muhammed'in (S.A.) düşmanı da Yahudi
idi. Lâkin yine Yahudi olarak öldü.» O erkek - dişi kerim değildir ki! Evet, o arkasını Kalenderîlerden asla esirgemez. Ben onun
için öylesine kavgalar ettim, dostlarla cenkleştim ki! Müminler ulusu Hazreti Ömer bile hiç bir şey için bu kadar uğraşmamış ve
bu kadar söylememiştir.
O bana karşılık olarak bunu yapar. Benim çöme-zimdir, hayli gün önümde diz kırmış oturmuştur. Ondan çok zahmet
çektim. Bakıyordum çok yanlış konuşuyor, yanlış okuyor, elinden âciz kalıyordum. Yatırıp eline yüz yahut bin sopa
vuruyordum. Bir sopa vurunca, «Tamam artık yüz sopa oldu,» diyordu. Derlerdi ki: Önün önünde ders okurken henüz çocuk
idim. Bana böyle sövüp saymazdı. Meğerse sevdalı olmuştur. Artık aramızdaki muhabbet kesilmişti. Şimdi tekrar karşıma
gelmiyorsun, eteğimi tutmuyorsun. Bu bağa gitmenin etkisidir. Bundan faydalandın. Ben dışarıdan düşünüyordum ki, onu
görür görmez boynuna sarılayım. Sen ise gidiyorsun. Ev bana çok yabancı geliyor. Artık gideyim dedim. Tekrar o kadının
yanına gitmeyeyim de ne yapayım? Gideyim de çabucak geri döneyim. O halde niçin gitmiyorsun çabuk git!
Ona ya pire diyeyim yahut çekirge. Çünkü zıp, zıp sıçrıyor. Ben dedim ki: O, bu günahsız Kimya'dandır. Ama gerektir
ki onun madenleri biz olalım ki, kendisim bu derece sertleşmiş görmesin. «Senin için pirinç mi pişirelim, yoksa turşu mu
istiyorsun?» diye sordu. «Ey hoca,» dedi, «İki horozun yok mu?» «Var,» dediler* Âlâ ile Muhammed Taceddin şikâyettendi.
«Dâye kadın bizi aç bırakıyor,» dedi. Ona dedim ki: «Dâye kadın seni aç bırakıyorsa annen yerinde duruyor. Benim adımı ona
söyle. Nasıl olur ki, ben senin adını biliyorum da sen benim adımı bilmezsin? Ona söyleyince hemen gelir, oradadır o. (M.
172) Korkma hemen söyle, evet oradadır.» Senden hapşırmak, sizden de şifalar olsun demek, yaraşır. Tekrar hapşırdın mı,
bir daha şifalar olsun duasını tekrarlarım. Bazı şeyler var ki, söyleyemem. Ancak o sözlerin üçte biri söylenmiştir. Yallah aslan
gibi erkeksin, kudretli bir kişisin. Birçok has Allah erleri vardır ki, kerametleri gizlidir, sırlarını herkese açıklamazlar. Nasıl ki,
onlar da gizlidirler. Bir kimse bütün lütuf olsa bile yine eksiktir. Allah'ya bile hep lütuf ve rahmet sıfatı yaraşmaz, onun aksi
sıfatı da vardır. Allahnın kahir sıfatı içinde hem lütuf hem de kahr vardır. Ona lütuf da yaraşır kahr da. Hakikatta bunlardan
her biri onda teker teker belirmektedir. Böyle bir toplum için çok sert bir insan gerektir. Nasıl ki Hazreti Muhammed
Aleyhisselâma göre, Hazreti Ali daha cenkçi idi. Nasıl ki, o gün her biri soruyorlardı: «Acaba Ebubekr'in elinden kılıç vurmak
gelmez mi?» Sahabelerin her biri Muhammed'in (S.A.) sıfatlarından biri ile vasıflanmış idi. Ebubekr Ömer'e sormuştu:
«Benden sonra halife olursan ne yaparsın?» Ömer (Allah ondan razı olsun), buyurdu ki: «Ben adalet gösterir, hakkı
gözetirim.» «Doğru söylüyorsun,» dedi. «Senden adalet yağıyor.» Nasıl ki, kendi oğlunu işlediği zinadan dolayı ceza olarak
eliyle sopa atarken öldürdü. «Böylece fesadı, bozgunluğu önledim,» dedi. Ömer de Hazreti Ebubekr'e sordu, «Sen ne
yapacaksın?» «Ben yapabilirsem bir perde örtülürüm,» dedi.
Acayip şeyler anlatırlar: Onun atının dizginlerini omuzladığı halde inanmıyordu, inkâr ediyor ve diyordu ki: «Filân
şeyh, karşısına geldi, selâm verdi almadı. Ama biraz sonra filân genç selâm verdi, ona çok iltifat gösterdi.» İnanmıyordu, bir
çılgın gibiydi. Sordu, «Şeyhten yüz çevirdikten sonra, şeyh uzakta mıdır?» «Çoktan geldi,» dediler. Şeyhin evinin kapısında
reisin oğlu ile satranç oynadığım gördü. Büsbütün inancı sarsıldı ve geri döndü. O gece Hazreti Peygamberi rüyasında gördü,
onu ziyarete koştu. Ama Hazreti Peygamber kendisinden yüz çevirdi. Bu sefer feryada başladı. Peygamber buyurdu ki: «Bizi
daha ne kadar inkâr edeceksin, bize inanmayacaksın sen?» «Ey Allahnın elçisi,» dedi, «Seni ne zaman inkâr ettim?» «Ama
bizim dostumuzu inkâr ettin.» buyurdular.
(M. 173) Kişi sevdiği ile beraberdir. Hakikatte o bir dosttur. Müminler tek bir vücut gibidir. Hakikatte onun eteğinde
bir avuç fındık ve kuru üzüm vardı. Koşarak geldi ve gördü ki, henüz satranç oynamakta. Kuru üzüm eteğinde duruyordu.
Tekrar inancı bozuldu, istedi ki geri dönsün, şeyh arkasından seslendi. «Artık ne zamana kadar bu imansızlık? Bari Seyyid-den
utan!» Hemen geri döndü ve şeyhin ayağına kapandı. «O bir avuç kuru üzümü o tabak içine dök ki, o buradan gitmeye karar
vermiştir.» Bu saatte o mubahci (her şeyi hoş gören birisi) olmuştur. Onun hali nasıl olacaktır ki, bir hafta hamamda kalmış,
bir ayağını o delikanlının kucağına, öteki ayağım da reis oğlunun kucağına koymuş. Ateş mangalında kebap pişiriyor.
Bunlardan da kâh birinden, kâh ötekinden şeftali topluyor. Başka ne kaldı artık! Mimberin üstünde ilk vaiz çıktığı vakit
okuduğu tevhicl şu anlamdaki rubaî olmuştu.
Rubai:
O put, meclisimizin süsüydü, dilberiydi.
Şimdi mecliste değil, nerelerde salınır?
Yüce bir servidir o, pek levend bir boyu var,
O mecliste olmazsa kıyamet bizden kopar.
O sırada delikanlıyı getiren reisin adamı toprak başına olsun, su döktü ve meclisten dışarı çıktı, sonra içeri geldi,
beraberce oturdu. Vaiz başladı. Bundan sonra iyileşinceye kadar böyle perhiz edeceğim, îyi olmasam bile böylece perhiz
ediyordum.
Bu gözağrısı sana sefa verdi dediğin güne kadar, perhiz ettim. İstiyordum ki, başka bir sefer daha söz. aşırayım da
onları susturayım. Ama içim çok hararetli idi. Şimdi bunu tekrarlamazsam şaşılacak şeydir. Bu zevk sahibi bir adamdır. Aynı
zevk ona da erişti. Konuşmak düşüncesinde değildir. Zaten bende söz kalmadı, çabuk kalk! Ben başka birini buldum. Bir
şeyden anlamaz. Ama daha çok onunla konuşurum. Şaşırmış hayran kalmıştı. Bugün dost ile sevgili ile de benim sabrım
böyledir. Bu biricik sevgiüli ile nasıl sabredebilirim? (M. 174) Sana önce çok kuvvetli bir ilgim, sevgim vardı. Ancak başlangıçta
görüyordum ki, o zaman işaret yolu ile söylemek mümkün değildi. Eğer söyleseydim beni mazur görmezdin. Bu saatte de
zararlı çıkardık. O zaman bu hal yok idi. Bana diyorlar ki: Bir topluluk senin hakkında o bidatçıdır, yapmacık şeylerle uğraşıyor
diye beni ayıplamaya başlamış. Ben de, «Doğru söylüyorlar, dedim. «Bidatçıyım. Şimdi sen bana söyle bakayım, bu namazın
hakikati, içyüzü nedir?» Önce felsefecilerden bazıları. «Başını yere koymak, vücudunu ayakta tutmak ayıptır, eksikliktir,»
derler. Yüzüstü düştü ki, benim de maksadım bu idi, bunu istiyordum zaten. Maksadım ne idi? Felsefecilerden naklederek
anlattım ki, onlar imanlı kişilerden değildirler. Şimdi müsaade et de bir söz daha söyliyeyim. Hazreti Muhammed (S.A.) bile,
«Bırak ne söylüyor dinliyeyim,» buyuruyor. Yersiz bir laf söylerse onu bilirsin. Asıl söz eri, benim maksadım bu idi diyebilen
kişidir. Bugün mademki o kişi sensin bu da sana yaraşır.
Ben hiç kimse için, «O fasıktır, günahkârdır,» diyemem. Hiç kimseyi ne kötü işlerle ilgili görürüm, ne de kötülük
düşünürüm. Yarlıganmayı da, ancak kötü düşüncelerin içimden temizlenmesi için Allahdan dilemekteyim. Ben diyorum ki,
marifet kaynağı bu şeytanın getirdikleridir. Senin istediğin ve aradığın şeye de engel olur. Sana, içini o marifetten boşaltmak
gerekir. Öyleki, o marifetin üzerinde hiç bir şey olmasın. O zaman zaman bizi gerçekler; gözünde yaş b'rikir, külah ister.
Zaman zaman da, «Bize bir eşek kadar değer vermiyorsun, hiçe sayıyorsun,» der. Biz seni bilgin bir müftü tanıyoruz. Nasıl ki
Şahap Herive, «Benim bir arzum var,» diyor. Bundan sana güzel bir yemek pişireyim de ye! O zaman bende nasıl bir hüner
olduğunu göreceksin. Perhiz yapıyorsun, Kerim'e diyorsun ki: Ordu kumandanı ölmedi, eteğini boynuna atmış. Benim, onunla
aramızda bir yatak ilgisi vardır. Birkaç kerre gördümki, gözlerimi üzerinden ayırınca zavallılık gösteriyor ağlamaya başlıyor,
söyleniyordu. Gizlice kendini dışarı attı. (M. 175) Hem pabuçları ile birlikte çıktı, beşma vurarak, «Gerektir ki dışarda
kalayım,» dedi. Kerim'in, «Otur!» diye söylediği yere gitti. Kerim ona demişti ki: «Sana ne söylerse peki razıyım de!» O tam
bir erkektir. Ona, «Senin oğlun yüz tane kız oğlan kızdan daha iyidir, falanın yanında yatar,» demişlerdi. Dedi ki, «O gün ve O'
gece onun yanında olduğunu iyi biliyorum. Allahya ant içerim ki, bana ondan dolayı hiç bir fesatlık gelmedi. Bugün tekrar
tövbe etti.» Ona dedim ki: «Sana söylemedim mi?» «Evet,» dedi. Ben kötü ettim. Şimdi ne yapalım da o hücreye biz de yol
bulalım. Tadı kalmadı ki bir günah işleyeyim. Bu güne kadar henüz bir suç işlemedik ki tövbemizi yıksın. Böyle bir adam nasıl
başka bir adamı yaratıcı ve yapıcı bilsin? Bir tasvirci, bir duygulu adam onun karşısına geçer ki ona bir söz söylesin, yahut bir
fikir ve tedbir beyan etsin. Her zaman böyle olur. Zaten onun Allah olması imkânsızdır. Belki âciz ve zavallı biridir o.
Beni cennetin kapısına götürseler, önce kapıdan bakarım. O orada mıdır? Orada yoksa, nerede diye sorarım. Hayır
onu gözümle görmeliyim. Böylece birlikte olalım. Eğer cennette bulamazsam cehenneme koşarım. Cehennem benden sorar.
Kaç kerre görmüşüz? Açık konuşalım: Benim seninle işim yok. Onu bana ver. Sen bilirsin, bundan sonra her ne söyleyecekse
o bilir. Benim onunla görülecek başka işim yok. Bunu söyleyince gitti. Onun tarafından da böyle yapmak gerekirdi. İçi boş ise,
tekrar içeriye uğrar, iman getirir. O kimseler ki içerden değildir, onlara yüz binlece mucize göstersen iman etmezler.
Hazreti Ebubekr, (Allah ondan razı olsun) hiç mucize istemiyordu. Diyordu ki: «Peygamber ne söyİedi ise inandık ve
gerçekledik.»
Bana para verdi. Onbeş gün sonra tekrar gel o zaman gidelim. Bu gün beni bırakmazlar ki, gideyim. Beni niçin
serbest bırakıyorsun? Dostlar elden gider, halk da bizim sözümüzü anlamazlar, anlamak da istemezler.
O ihtiyara, «Bu adama niçin eğri gözle bakıyor?» diye sor. Halk Yahudilere bile, selâm verirken bugün bizi sormuyor.
Biz onu yüz türlü kurnazlıkla nâz ve niyazlarla elde ediyoruz. Sen onun teveccühüne layık olduk mu sanıyorsun?
Efendi! Halk, her şeyi kendi kuvvetleri ölçüsünde görür. (M. 176) Kendi kendine kıyas yürüterek, cemaat dağılmıştır,
der. Tâ camiden onlara sesleniyoruz: Bu halkı hangi topluluk böyle dağıtmıştır? Gerekir ki, yine o kimseler toplansınlar. Bu ne
acizliktir? Güçsüzlüklerinden bir takım kurnazlıklara saparlar, işleri ondan başkadır, gönül açıklığı da onlardan başkalarındadır.
Ben diyorum ki, bana zehir tiryaktır. Bunu yediğim için sizin vebaliniz benim boynuma olsun, şahit olunuz.
Başkalarının günahlarını bana yüklemeyi-niz. Eğer ben suçlu isem, şimdi artık hiç günahım yok. Benim cehennemim, benden
çekinmekte ve korkmaktadır. Nihayet hadiste buyurulduğu gibi bana, «Geç ey imanlı kişi! Senin nurun benim ateşimi
söndürecek!» diye seslenir. Diyorum ki, benim sevgilim senin önündedir, onu bana bağışla, benim seninle işim yok, sen
bilirsin. Hazreti Peygamberin buyurduğu gibi, ben bunu kırayım dedim, böyle söyledim kendi işimin aksine hareket ettim. Eser
hemen açıkça görüldü. Görmedin mi? Görmüyor musun ki, bunu başkaları yapsalardı onları parça parça ederlerdi. O söz
bilmez adam niçin boş yere konuşsun. Yersiz, bilgisiz sözler onun sözleri değildir. Bunun delili de, söz üretme kurallarını
bilmediği için bunu yapamamasıdır. Gramer okumadığı için söz çekimini de beceremez. Sözü ters söyleyeyim yahut çevireyim,
başka anlamda söyleyeyim, farkında olmaz. Akıl kapısından dışarı çık perde çok uzakta mı duruyor? Onların bir adım bile
yürümeye cesaretleri yoktuı. O dedi ki: «Sentakstan (Nahiv ilmi) hiç haberi yoktur.» Sentakstan, o kimsenin haberi vardır ki,
kendisi sentaks olmuştur. Yallah ki, insan tamamıyla sentaks olmadıkça bu bilgiden haberi olmaz.
Ben bütün cefayı ancak sevdiklerime karşı yaparım, ama bazı kere yaptığım cefanın yerinde olmadığı da oluyor.
Davette, kolaylık göstermekte kahır da vardır, lütuf da vardır. Ama halvet âleminde hep lütuf hep hoşluk vardır. Bana, bundan
öyle bir kuruntu geldi ki, onun da maksadı benim geri dönmekliğim değildir. Tekrar bağa dönmek de boşunadır. Çünkü onu
bağda göremiyecek, hatta Çelebiden, orada bu sırrı açıklamış olmasından korkacaktır. Onu görmek imkânı da yoktuf.
Orada Bedr'e gitti dediler. (M. 177) «Bedr'e niçin gider?» dedi. O halde bana da izin ver, söyle ki, gideyim. Beni ne
tutuyorsun? O gideyim dedikçe, «Hayır, asla, asla!» diyordum. Bana güldü. O gülüş Allah bana bir nimet verdi, demektir.
Bunun teşekkür borcunu nasıl yerine getireceğim. Sonra bu, şu anlama da geliyordu: Sen ne söylüyorsun? Ben sensiz nasıl
yaşarım? Allah iyiliğini versin!
Bu kadın, «Ben seni istemiyorum,» diyor. Eğer bu sefer geçip giderse benim umurumda değil. Şahit getireyim, o
gelmeden ayağını çözeyim gitsin. Asıl beni üzen, elimi eteğimi bağlayan nokta, onun gönlü bende, gözü arkada kalmasıdır.
Bu, bana ayıp olurdu. Çaresiz bir kadının halini o ne bilir? Bu kadın ki, benim nikâhıma girmiş, aramızda yakınlık hasıl
olmuştur. Böyle yaparsa, o iyi bir kadındır. Ona kendi gözü ile bakmayın. Benim nazarım, her kime ilişti ve tenim her kimin
tenine değdi ise, o büyüklenmezdi, kendini asla aziz saymazdı. «Bedr'e ne yapar?» dedim. «Teferrüç yani gezinti,» dedi. «Bu
millet ile nasıl kaynaşabilir, nasıl gezintiye gidebilir? Onlarla nasıl oturabilir? Sanki o senin koçandır. O kötü huylu koca,
benden izin almadan nasıl gidebilir? Bilmiyorum ki o hangi terbiyesiz bir davranışla seninle bunu yapar? Mevlânâ'ya benim
saygılarımı söyle. Bir an için bir kaç söz konuşmak üzere uğramasını rica et! Zihnim karışık olduğu için, bir ara geleyim,»
dedim. «Dostun zihin karışıklığı dostluğuna da geçer,» dedi. Benden rica etti. «Ona on gün mühlet ver, bir ev tutsun da
gitsin.» «Ona söyle ki, iki ay otursun, iki yıl otursun, ömür boyunca otursun da bizi incitmesin. Söyle ona rezalet çıkarmasın
ve otursun!»
Hiç kimse görmüş müdür ki, sözü tekrarlayan onu söyleyenden daha üstün olsun? Henüz bir söz söylemedim. Hani
nerede araştırın da bakın. Kemal Mu-arrif'e dedik ki: «Ben bugüne kadar bu şehirde paça yemedim.» Sana yüzlerce lanet
olsun eğer yemezsen, o yedi yüz makbul orucun makbul olunmasın. İçeriden hayretle arifler sultanının kapısına baktı. Dışarı
çıkmadı. (M. 178) Karnı yırtılıyor, bacım kesiyorlardı sanki. Bu görünürde böyle değildi. «Şimdi sen ona yapışma, imamlar
uygun görmüyorlar.» «Ama imamlar kim oluyor? Benim imamlarla ne işim var? Biz kendimiz imamlardanız.» «Böyle
söyleme,» dedi. Sen başkalarının imamlarındansın. Başkaları da senin imamın. Sen de Allahya yakın erenlerdensin! Bir kaç
söz söyle bari diyorsun. Bir zümre vardır ki, hastanın başında Ayetü'l Kursî okurlar bazıları da vardır ki kendileri Kursî âyeti
olurlar.
Padişahın biri, bin türlü saltanat ve debdebe ile yoldan geçerken bir külhancı dışarı fırladı, ona uygunsuz sözler
söyledi, yol. üstünde sövdü saydı. Padişahın yanma yaklaştı kimse ile konuşmadı. Eğer konuşsa idi onu parça parça ederlerdi.
Padişah yolunu çevirdi, «Şu tarafa gidelim,» dedi. «Ama Efendimiz niçin o tarafa gidelim?» diye soranlara, «Gönlüm böyle
istedi,» cevabını verdi. «Padişahların kahrı kimleredir bilir misiniz?» dedi, «Külhancılara değil. Onun aslı külhancıdır. Külhancı,
külhancı ile kavga eder. Padişahlar ancak fermanına karşı boyun eğmeyenleri tepelerler.» Firavun ve Nemrut için, «Elbette
işitmi-şinizdir sizden önce kendilerine Kitap gönderilenlerle, Allahya ortak koşanlara daha çok azap vardır.» (Âli İmran sûresi,
184) anlamındaki âyet de buna delildir.
Muhammed Emirci anlatıyordu: «Bir adam gelir, söylenir durur. Kaynanama şöyle dedim, karıma böyle dedim,
cariyeme bunu söyledim, diye bulaştırmadık kimse bırakmaz.» Bu adam kadın istiyorsa on tane bile alsın. O temiz yürekli bir
erkek bana da gelir kendi evinde de böylece konuşur. Adamın sakalını tuttum, birer birer yoldum, ona öyle bir şey yaptım ki,
başkaları da ibret alsın. Bunlar kadınların ve Müslüman ailelerinin adlarını kötüye çıkarmasınlar.
Ben bu evin temiz adını ve çocuklarınızı düşünerek üzülüyorum. Siz nasıl razı oldunuz? Benim haberim olmadı. Eğer
konuşuyorsun dersem, tekrar söyle. Ne dedim ki, evet diyorsun, bunun manası nedir? Manası bu demektir o kadar. «Eğer
evet demekte geç kalıyorsam, niçin evet demiyorsun,» diye soruyorsun. Bu itiraz demektir. Ben zaten itiraz ediyorum. Eğer
varsa söyle; Q itirazda bir eğrilik varsa doğrultayım.
Bir adam vardır ki başka bir üstadın işinin kalıbı olur. (M.179) O kimse candır. Bundan keder yoktur. Allahdan üstün
kimse var mıdır ki, hem kalıp olsun, hem can olsun? Bu imkânsızdır. Ben seninle birlikte azap duyuyorum bunu filan zat ile
birlikte konuştuk. Bu işten dolayı özür dilemektedir. Ben ona dedim ki: Yüzünü görünceye kadar bu sözlerle avunmam ancak
Mevlânâ o görüştüğümüz yerde üzüldü. Ben kılıç ile teklifsizim. Beni bilirler. Bunu yapmıyorsam erkekli, ğim icabıdır. Yoksa
sizin yaptığınız gibi yapmadım. Belki onu sevdiğim zamanlarda bile yapmadım.
Bir daha hastalığın bana yol bulmasına fırsat verme. «Aman işitiyor,» dedim. «Ne dedim ki işitsin,» dedi. «Bu açık
sözleri işitir,» dedi. «Yani bir şey işitmeyeyim bir söz olmasın. Bir zamiri, (gizli bir sözü) var,» dedi. Görüyorsun ki, gizli sözü
anladı. Eğer bu sözün dış anlamına arif itiraz ederse bundan doğacak üzüntü benim elimde değildir. O, elimde olmadan kendi
kendine bana musallat oluyor ve yine elimde olmadan geçip gidiyor. «Nasıl olur?» dedi. Ona, kendi bilgisi perde oldu. îşte
Kuran'da buyurulduğu gibi, «Onu bir Allah bilir, bir de bilgide uzman olanlar.» Günkü «Bilgide uzman olanlar sözün yorumunu
bilirler.» dedi. Bunu, soru yönünden söylemişti, ona gülmüştünüz. Bu söz her iki anlamın dışında değildir. Söz yapıcı olduğu
zaman uyku getirir. Nasıl ki, uyanık gönüller uykuda da iş görür. Aman tekrar söyle bu mısranın baş tarafı ne idi?
Sahabe (Peygamberin dostları) hiç itiraz etmezlerdi. Hazreti Mustafa'ya (S.A.) karşı inançları dola-yısiyle onu
dinlerken mest olurlardı. O güzel sözlerden, Hazreti Ebubekr yedi hadisten başkasını nakletmedi. Eğer sorsalardı, aldıkları
cevaptan çok faydalanırlar, birçok gizli noktalar açıklanırdı. Bundan bizim sözümüzün kokusu geliyor. Hallac'ın «Ben Hakkım,»
sözü pervasızcadır. Bayezid'in, «Kendimi kutlarım,» sözü daha kapalıcadır, insanlar arasında hiç kimse yoktur ki kendinde az
çok benlik olmasın. Hazreti Musa (Allahnın selâmı üzerine olsun), «Ben yeryüzünde olan insanlardan daha bilginim,» diye biraz
benlik gösterince Allah onu Hızır Aleyhisselâma havale etti ki, bir kaç gün onunla birlikte dolaşsın; o benlik davası kendisinden
gitsin.
(M. 180) Hazreti Muhammed (S.A) Hazreti Ali'ye buyurdular ki, «Sen niçin vuslat orucu tutmakta bana uydun da
böyle arık ve güçsüz düştün?» «Ben, her hangi biriniz gibi değilim. Allahmın yanında gecelerim, O beni yedirir içirir,» buyurdu.
Bazı gerçekçi araştırmacılar, Kuran'ın şu âyetinin inmesini araştırmışlar ve demişlerdir ki: «Ey Resulüm, de ki, şüphesiz ben de
sizin gibi bir insanım!..» (Kehf sûresi, 111) anlamındaki Allah hitabının özeti şudur: «Ey Resulüm! Sen Allahsal tecellî ile dolu
olduğun vakit benliği kendinden uzaklaştır, böyle söyle.» Ama ulu Allah sevgili Peygam-ber'inin kutlu gönlünü kırmamak için
de âyetin sonuna şunu ekledi: «Ancak bana vahiy gelir. Allahnız tek Allah'dır.» Bundan sonra da «Allahsına ulaşmak dileğinde
bulunan güzel ameller işlesin.» Bu da evvelki hitapların benzeridir. «Ben, her hangi biriniz gibi değilim,» diyen Peygamber'ine
şunu da hatırlatıyor; aynı âyetin sonunda, «Rablerine kulluk vazifesini yaparken hiç bir ortak koşmasın,» buyuruyor ki, bu da
onun aynıdır. Lâkin iyi kullar cihan yurdunu ibadetle, akılla bayındırlaştırırlar. İki cihan bu iki şeyle yani ibadet ve akılla
bağlanmıştır. Bütün zamanlar, her iki âlemde tasarruftan gaflettedirler. Senin elin ayağın taklit ile uzanır, güçlenir, bunda
yoksun kalmak korkusu yoktur. Ama önce inkâr ettirir, ama. sonra kendine gelince seni çevik ve canlı bir hale getirir.
Herkes, bu zehî (ne güzel) kelimesine aşıktır. Bu, «ne güzel» sözü uğrunda ölürler. Senin görüşün onun sıfatları
iledir. Kendi dileklerinden başkasını isteme! Senin istediğin şey oradadır. Pisliklere, karanlıklara ve oburluğa, öteki âleme ait
perdelere bakmak ve böylece bulanıklıklar ve zorluklar içinde yaşamak çocuk oyuncakları ile uğraşmaya benzer. Bazıları
görünüşte onu yok ederler, gaflet uykusundan uyanırlar.
Yarın vaiz etmek gerekiyor. Bu zordur, ama bir kapı açılmıştır. Çare yoktur. Bu kapıyı kapadın mı feryatlar,
şikâyetler, ayıplamalar başlar. Keski bunun onlara bir faydası da olsa. Söylenmesi gerekli bütün sözler söylenmiştir. Açık ve
kapalı anlatılmıştır. Ama sanki hiç öğüt dinlememiş gibi davranırlar. Ne sözün açık anlamını kavrayabilirler, ne de maksat ve
manâsım anlarlar. Madem ki anlayamıyorlar bu konuda nasıl konuşulabilinir. Bilgiye dayanmayan âmelin sonu sapkınlıktır.
Bunlar acaba girdikleri çilelerden ne elde ediyorlar? Orada ne yaparlar? «Allahdan başka ilâh yoktur, ancak Allah vardır,»
yolundaki sözleri, dil işi değil muamele işidir. Onu uygulamak ister. Bilmiyorum bundan onun elinde kalan kazanç (M. 181)
ister değişik olsun, ister olmasın. Söz ancak onun sözüdür. Nasıl isterse onu o tarafa çevirir. Nihayet Allahın öyle kulları da
vardır ki, o halin, hali olur. Senin söz üstadın bilmiyorum, ben miyim? Vardır diyorum. Şimdi bizim evimizin kervansarayında
bize cefa veren o adam kimdir ki, herkes ondan inciniyor? Bunlardan biri benim. Bugün sanki bir yıldan beri binanın tapusunu
bana vermişler. Ama şimdi de kötülük yapmak istiyorlar, bunu artırabilirler de. O zaman o tapunun ne değeri olur? Eğer gelir
de bu kervansaray bana lâzım değil derlerse, bana olan saygıyı artırmış olurlar. Bu bana da yaraşmaz, geri al derim. Bu
sözleşmeyi bozmak olur. Lâkin onun bu işin bozulduğuna tanıklık edecek kimsesi yok. Bu söz söylenmiş ama nasıl yapar? Ne
gibi bir tedbir bulmalı ki, bu icar sözleşmesini bozsunlar. Bundan bizim sözümüzün kokusu geliyor. O sözden de şu beytin
kokusu:
Beyit:
Evet güneş bir adamdan uzaklaşınca,
Güneş yerine çıra yakar o zavallı.
Olur bu işler olur. Allah işidir bu.
Benim sözümü hatırında tutamadığını anladığın zaman, başka sözlerle meşgul olursun. Sen namaz kılmıyorsun,
bundan önce kılıyordun. Namaz ve ibadetle meşgul olmak mutluluk nişanesidir. Senin kuruntuların beni ihtiyarlattı. Eğer
ayrılığın herhangi bir şey yüzünden olsaydı, bu sıkıntı ona bağlı olurdu. Eğer oraya gelirsen benim ayağımı kim tırmalayacak,
beni kim kötülüyecek?
Peygamberlere bile iftira ettiler. Yakupoğullarına yakışmayacak sözler söylediler. «Bir oğlanı seviyor,» dediler. «O
pislik yuvasıdır,» dediler.
Hazreti Muhammed (S.A.)' yüzüğünü çevirince, «Sizi boş yere mi yarattık sanıyorsunuz? Siz yine bize döneceksiniz,»
(Müminun sûresi, 116) anlamındaki âyetin hikmeti aşikâr olur. Gözleri çocuklarına dönük olan peygamberler zümresine de hile
ettiler. Bu, onlara kendilerinin Hakta nasıl birleşeceklerini gösteren bir ayna oldu. Hazreti Peygamber Ayşe ile nasıl birleşti ise,
bunun için hikâyelerin en güzeli, dediler ve zamane halkı bunu şehvet âlemine naklettiler- ve öyle adlandırdılar. Ama gördük
kü bu vaiz, Davut Aleyhisselâm ile başka peygamberler hakkında neler söylüyor. Ancak oturan dinleyicileri etkiledi. «İsterse
onlar meclisinizde hazır olmasınlar ve bunun için bu yolu açıyor, artık bizden vaiz istemiyecek,» dedi. Nerede o vaizlar? Bu
vaizin okuyucuları nerede? Yahut nerede o peygamber ki, hep biricik oğlunu arasın? (M. 182) Nerede o biricik evlât ki,
ayıpladıkları şeyi 'o yaratsın. Onlara dedi ki: «Siz de falanın konuştuğu gibi vaiz edin! Hatta benim kardeşim ve vaizler neler
söylerler; işte vaiz derler sana! Eğer insanoğlu isen başını bu medreseden yukarı kaldırmazsın, insanoğlu değilsen hayır; belki
benim gibi söylersin: Ben Şam' da, Rum diyarında kadılar kadısıyım, Halifenin ya-kınlarındanım. Kitabım boynumda, âlimler
atımın dizginlerini çekiyorlar. «Bu karanlıklar içinde oldu,» derse o başka.
Ferhat ile Husrev ve Şirin hikâyesini Leylâ ile birlikte söylüyoruz. Eğer bırakırlarsa işler iyi olur. Lala hikayesini birinci
gün yasakladı; ikinci gün bir kaç altın verdi, tatlı sözlerle tekrar müsaade etti, «Bana bir iş buyur,» dedi. «Şöyle böyle hiç
şehvet sözü olmasın öyle bir şey bulunmasın içinde. Bu Lala işidir,» dedi. O günü baktım ve «Bu hal şehvet halinden ne kadar
uzak!» dedim. O bir köşeden geldi. «Bu böyledir,» dedi. Keski bir şey okusaydı da beni şu medreseden kur-tarsaydı. Allah
korusun ki bir şey okumadım da böyle bir kaç şey yapabildim. Allahya sığınırım eğer bir şey okudumsa.
Şahap diyordu ki: Bu çocukcağız bana, Şam'a gideyim de tahsil edeyim diyor. Dedi ki: Allahya sığınırım! Henüz
gitmediği halde bizi bazı sorularla âciz bırakıyor. Ben bütün bu divaneliğimle nice akıllıları şarap küpüne sokmuşum. Bütün
dalgınlığımla nice açık gözleri koltuğumda götürmüşüm. İçimde bir müjde sevinci vardı. Güya havalarda uçuyordum,
yeryüzünde değildim. Tahsil ediyorsun ama bana göre hayır. Her gün bir satır okursan böyle olur. Babanın seni tahsile
göndermekten maksadı şu idi: Zamane kötüdür halk çocukları azdırır. Allahtan korkmazlar. Bu anda Allahya çok şükürler
olsun! Senin elde ettiğin bilgiler yeter derecededir. Yolda çeşitli fenlerden söz açmıştım; Diyordum ki: Yol, ev gibi değildir. Ben
türlü fenlerde yetkili bir bilgin gibi önemli fen konularından konuşuyordum. Biz, bir çok yazma eserlerden daha üstün geldik.
Ama Mevlânâ bizden daha üstün. Çünkü her ne varsa bir kere ondadır. Sen kendini ta-mamiyle ona vermezsen o da senin
olmaz.
(M. 183) Yüce Allah kutsal hadiste şöyle buyuruyor: «Bana bir karış yaklaşan kuluma ben bir arşın yaklaşırım.»
Uzaklık, büyüklük Mevlânâ'dandır; açık söylüyorum. Bugün bana iyi bakacak mısın? Hiç mü-rüvette sığar mı ki seni bu kadar
bilgi ile, üstün niteliklerle sade akıl yönünden göreyim? Hazreti Peygamber buyurmuştur ki: «Kul acıkınca onun kalbinden ve
dilinden hikmet bulutları yağmur yağdırır.»
Şiir:
Bu gün kıblesi mutfak olan kimselerin,
İyi bil ki, yarın yerleri cehennem olacaktır.
Ey senin o, gırtlağın ki, Allahnın, «Yiyin için!» emri ile kesilmiştir! Bir kere sor ve de ki: Ey gırtlak söyle bir kere sen
hançer misin? Yoksa hançere misin?
Az yemek sendeki gücü artırır, çok yemek hikmet ve düşünce kudretini azaltır.
Herkes mademki onunla kendini süsler, bu öğüdü dinle: Burada bulur da yemezsen, öte tarafta yersin, bu bana bir
başlangıçtır dersin. Bunu öğren ki, gönül açıklığı ve sevap kazanasın! Aradığın sevgili sık sık sana yüz göstersin. Bunun misali,
şuna benzer: iki kişi oruç tutar, biri bir şey bulamadığından aç durur, öteki ise bu orucu her şey bulduğu halde Allah rızası
için, sırf sevap kazanması için tutar. Başka bir örneğini daha anlatayım: Bir hadım ağası ile başka bir delikanlı zinadan
sakınırlar, yahut bir hasta ile güçlü kuvvetli bir erkek perhiz yaparlarsa, bunlar, hiç biri birbirlerine eşit olurlar mı? Nasıl ki,
bütün hayvanlar da dişilerini bulamayınca göremeyince sabrederler. Ama hapsinin de zayıf bir tarafı vardır.
Şiir:
Ey Leylâ'nın vefalı soydaşları,
Allah sizin sayınızı artırsın!
Leylâ gibilerdir ki, aşka susayanlara karşı cömertçe canlarını bağışlarlar. Evet Horasan caddesinde develer gördüm;
bilmiyorum ki üç yüz tane mi yoksa bin tane mi? Bu nasıl bir zor iştir ki, onların hangisi erkek hangisi dişidir, anlıyamadım
Ötekilerini de bilmiyorum. Bari onun sözü, erkek ve dişidir. Eğer öteki erkek ve dişi olmasaydı onun sözü de erkek ve dişi
olmazdı. Hareketi de erkekçe ve dişice olmazdı. Her millette erkek de dişi de vardır. Ancak bir toplumda yoktur. Bu ayrıcalıktır
ama nerede o toplum? Mademki onu göremiyorsun ey sevgili artık ne söyleniyorsun? B'zi biraz yalnız bırak. (M. 184) Çünkü
bize yakınlık göstermezlerde yalnız kalmanız gerekiyor. Bizim aşinamız, bizi tanıyan o can kimdir? Şimdi bu sözü açıktan
söylüyorum. O kendi uğursuzluğunu nasıl anlayabilir? Bunu, Allah bilir. Eğer mana yönünden söz açarsak hoş olmaz. Eğer
manadan söz açmazsak kutsal hadiste buyurulduğu gibi, «Bana bir karış yaklaşana ben bir arşın yaklaşırım.» Söz eri olan bir
insanın içinde dalgalanan nice sözler, nükteler vardır. Ancak onu dinleyecek yetenekte kimse bulamazsa neye yarar? Oraya
gitti, oturdu. Deniyor ki, geride başka insanlar da var. Vaıza başlayınca benim hatırıma şu şiir geldi.
Şiir:
Hârâbat ehli oldum, gamdan kurtuldum,
Bende ne zabitlik kaldı, ne Kuran okuma kaygısı.
O özgür erlere hizmet yolunda,
Belimi, onun sağlam zünnarı ile bağladım.
Meclisin neşesi üç şeyle gelir derler.
Bende hem şarap var, hem güzel var, hem ışık.
Beyit:
Biz sana kulluğumuzu gösterdik, ne çare ki,
Senin çirkin huyun köle satın almasını bilmedi!
Kuyu kazan kimse sudan nasıl kurtulabilir? Sitemli sözlerle kendilerini ariflerden gösterirler, hep uğraşırlar ki,
örtünsün diye. Bir de saçlarını hep dışarı fırlatır sonra örter, binlerce cilveler, yaramazlıklar yapar ki, kimse kendisini
tanımasın. Akıllı adam onu bilir. O nerede, bu nerede? Bu birinin yaptığı, öteki gibi doğru olabilir mi? Böylece söze de dikkat
etmelidir. Bir çok kimseler sözü kapalı söylemek isterler. Nihayet kendinden insaf et bir kere. Senin güzel bir cariyen olsa,
hanımının erkek kardeşi de onu görse, ona, «Hoşuna gitmedi mi?» diye sorarsan, o hoşlanmamak ileride ne etkiler ve ziyanlar
meydana getirir. Çocuğun biri, kendini öğen ve güzel bulan dadısına, «Benim yüzüm güzelse senin hoşuna gitmeyen çirkin
yüz kimin yüzüdür?» demiş. O kimdir ki, beni bildiğini iddia ediyor? Dünyada hiç çirkin yoktur, ama bir ölçüye göre. (M. 185)
Küfür bile çirkin değildir. Ama iman ile karşılaştırılınca çirkin olur. Yoksa kendi nefsinde güzeldir. O iman karşısına gelince,
bozuk ve çirkin görünür. Demir nefsinde demirdir, serttir. Ama onda halk için faydalar vardır, kuvvet yardır. Fakat bakıra
göre derecesi daha aşağıdır. Çünkü bakır her şeye elverişlidir, her kılığa girer; demirden ziyade, kimya işinde elverişlidir. Bu
niteliği dolayısıyla de demirden üstün sayılır. Gümüşe sıra gelinceye kadar, çok güzeldir ama, altın, mücevher, dürriyetim
denilen değerli inci de sıra ile biri ötekinden üstündür.
Yakuta sor bir kere: «Neden öyle kıpkızıl oldun? Yoksa sana bu hal güneşten mi geldi? Eğer söz onu küçümserse,
değerini azaltır ve kırarsa onu başka bir manada, başka bir şekilde ayıklar gösterirlerse ne çıkar. Eğer böyle olmasa, onun hiç
bir bilgisi yok demektir. Öyle ise en azından ona, «Pabuçlarını al! Biz bunu kabul etmeyiz; bunu kabul edenlere de engel
oluruz, hayınlık ederiz,» deriz.
Ona sordum: Ne zaman beni bildin? Ne zaman beni gördün? Ne zaman eteğin eteğime, kolun koluma dokundu? Ne
zaman benimle oturdun ve bana yoldaşlık ettin?
Balığın bilinen tarafı, onun suda yaşamasıdır. Eğer her hangi bir hayvanın sudan kaçtığını, su korkusu ile öldüğünü
görürsen, o balık değildir. Ona Al-lahtan bahsedildiği vakit üzüntüden, korkudan ölür ve bu yüzden sudan çıkmak ister. Ama
balığın suda yaşadığını isbat için, davaya, şahide, isbata hacet yoktur. Çünkü o suda yaşar, sudan çıkmaz, rastgele çıksa bile
asıl olan onun suda yaşamasıdır.
Diyelim ki, Halife bir zümreye beyaz, bir zümreye yeşil, başka bir zümreye de kırmızı elbise giydirmiştir. Hatta
bazılarının başlarına geniş kenarlı külahlar koydurmuştur. O bununla övünür ve onu bozmaz. Ancak onun vezir ve, yakınları
belki bu töreyi değiştirebilirler. Ama onlar da hep birlikte o halifeye sığınırlar. Çünkü onların halkı korumaktan başka işleri
yoktur. Başka maksatları da olamaz. Halife kendisi için iyi olanları bilir, onu affeder, nefsiyle bilir. Vezir, eğer ona karşı bir
düşmanlığa kalkışan olursa bunu haber verir. Onun bundan başka işi yoktur. Kutsal hadiste Allah şöyle buyuruyor: «Gizli bir
hazine idim, kendimi tanıtmak hoşuma gittiği için yaratıkları yarattım ki, beni bilsinler!»
Hama ile Hana arasında Hasana'ya gittim. Mev-lânâ ile Mecduddin aralarında şöyle konuştular: Biz uyuştuk. Evet
Şemseddin bizi atlatmaktan hoşlanır, îsrar edersek evet der, ne iyi olur, yine gider. Eğer bizden ayrılırsa tedbirli davranmamız
gereklidir. Vaz geçerse hiç bir şey olmamış gibi davranırız. O zaman bize meşhur Cuha'nın kolu çolak olduğu vakit tamburunu
çalarak söylediği şu şarkıyı hatırlamak gerekir,
Şiir:
Ben hep senin köyünde kemik topluyorum ki,
Oraya hiç bir köpek ayak basmasın diye.
Onlar nerededirler? Onlar kimlerdir? Nihayet ben diyorum ki, onlar benimkilerdir. Sonunda anlaşıldı. Dediniz ki, sen
hep şu mısraları mırıldanırdın: (M. 186)
Şiir:
Ay yükseldi, biz alçaklaştık
Beyit:
Sevgilim bundan sonra bizden her ne işitsen,
Artık el açma bize, çünkü biz gittik elden.
Görüyorum ki, göklerden dalga dalga nur yağıyor.. O yavrunun yüzünden, benim yüzümden ve gözümden fışkıran
nurla tâ ciğerimi görüyorum. Kuran'da, «Ey iman edenler! Niçin yapmadığınız şeyleri söylersiniz,» anlamındaki âyetin yorumu
şudur: Bu âyet bir kere müminler hakkındadır, onları ilgilendirir. Eğer buradaki özellik onun hakkında ise ne dersin? «Niçin
söylüyorsunuz?» Sözü, kıskançlık kaynağından gelmiş olurdu. Onlar kendi testilerine başkalarının tortusunu doldurmaya hiç
razı olurlar mı? O halde «Yapmadığınız şeyler,» buyrulmasının yeri olur muydu? Yeter ki bir sebep olsun. Bunlar bir toplumdur
ki, onlara iki akça verip, kaseyi doldurup götürebilirsin. Bu ne demektir? Katırın açlıktan kemikleri dışarı fırlamış. Sözünden
başka hali de değişti; hali ile birlikte konuşması da düzgünleşti. Artık bir şey söylemez. Bu azarlama onlar içindir. Siz niçin
halinize uygun olmayan bu sözleri söylediniz? Derler ki, hayır ben, bu hal ehlinin kulu kölesiyim. Onların duyduklarını
duyanlardanım. Şu halde iş böyle olunca size mübarek olsun! Bu çok fena bir haldir, kendine oyun oynuyorsun demektir.
Erkeklik odur ki, düşmanın oyununu görebile-sin.
Söze başladı ve dedi ki: Söyledi ve söylüyoruz. Bunun nihayet senin oyunun olduğunu görüyorsun. O gece kendisini
çağırmadıklarından dolayı incinmişti. Beni de evde zayıf birisi var diye çağırmışlardır. O kimdir diye sorarlarsa, buraya
gelmesini istemediğim bir adamdı dersin. Ona bir peri verdim ki, gerçek görüşlü olduğu için gelmedi, uçtu gitti, beni kurtardı.
Ama nihayet bu kanadı sana ben verdim. Gerekirdi ki, şimdiye kadar yerinde kalmış olsun. Yaklaştı ve dedi ki: Ben Kerim ile
bir tarafa gitmek istiyorum. Eğer yal-nızsa. Yalnızdır, değildir, kendisi bilir. Ben ona, «Düşmanın oyununa dikkat et,» diyorum.
«Oyun bundan daha açık olur mu ki, falan evde öleceğim,» dedi. Ona çok inanırdık ve o açık konuşmuştur, diyordum.
(M. 187) Allah bizim aramızdadır. Bu işareti dinle! Görüyorsun ki, şahitler meclistekiler benden uzakta. O gece, onun
gönlünde parlayan, nurun etkisiydi. îstedim ki o zaman ona sorayım: Kim ne dedi de ona güldün? Sert bir bakışla ona baktım.
Ama kendimi tutabildim. Öfkem geçsin diye, çünkü hastaydı. Geçen gün de kendisine gülerek bir göz attım. Eğer bu doğru bir
bakış olsaydı iş kolaydı. Bununla beraber zordur. Toprak altındaki nazeninlerden birkaç tayfamız var. Öyle nazeninler ki,
karanlıktadırlar. O başka mesele. Benim sultanlığımda bu türlü şeyler olur. Bu saatte ne var ki, hatibin kılıcı gibiyim! Ne
keserim ne batarım. «O bilip de sükût ettiğin şeyi bu saatte görürsün,» dedi. Sordum ona: «Neler söylüyorsun? Benim hatırım
için ona gerekli olan şeyi bir kere söylemez misin?» Evet ben çağırdım, ben söyledim, Alâeddin'e, Kerim'e söyledim. Benden
çok incindiler. Ondan sordum. Sen bana şöyle diyorsun: Kiminle çağırdın? Nasıl çağırdın? Seni böylece hoş karşılayınca, ne
yaptım ki, beni takdir ediyorsun? Şimdi gel ki, sana bir öpücük vereyim!
Ahi'ye dememiş miydin ki, Şemseddin sizden bahsediyor. O bizden atılmıştır. O Hâcegî denilen, kılı kırk yaran, fakr
mertebesinde biricik bilginden bir kaç kat daha iyidir. Ben meclise geldiğim zaman elini ağzına koyar, «Susun, biz ne
biliyoruz,» der. Şimdi dedim ki: Bizim aramızda bir bilirkişi gerektir ki, bu meseleleri kesip atsın, o ayırt etsin. Ama o bilirkişi
dışardan olmalı. O, neye karar verirse inayetle baş eğmek, karara saygı göstermek gereklidir. Yoksa onun azıcık da bir gücü
olamaz. Ama burada karar iş arasında veriliyor, îş arasında el çırpanlara, gemiye atlayanlara, satranç oynayanlara, hepsine
hüküm veren o bilirkişi olmalı.
Şeyhin biri bir gün eline bir elma almıştı, Zey-neddin Kelusî'den sordu ve dedi ki: «Ben Allahyı gördüm, ondan bir
elma istedim, bana verdi. Sen Allah' dan ne istersin? Bayezid-i Bistamî, Allah'dan Allah'yı istedi; filan kişi filanı istedi.»
Zeyneddin de dedi ki: «Ben de Allah'dan Allahyı istiyorum.» «öyleyse, sen Bayezid'in mertebesindesin,» dedi.
(M. 188) Ben çocuktum, bana sordu; ben de başımla işaret ettim, seni isterim dedim. Başım salladı, artık hiç bir şey
söyleyemedim. Bir daha ağzım açılmadı. Ama bütün içim sözlerle, deyimlerle, manalarla dopdolu idi. Öyle acayip bir hale
gelmiştim ki, bu hal çocuk yaşında pek az kimselere nasip olmuştuf. Horasan'dan gelen büyüklerden biri yönünden üstada bir
gönül açıklığı gelmişti, ona bir şeyler doğuyordu. «Bana gel, benim babam ol!» diyordu, beni buna zorluyordu. Onun çocukları
için oldum; ne yapayım, onun hastası olmuştu. Bu saatte hastaların başına gidersek orada rahat vardır. Çünkü ulu Allah
karşına ne çıkarırsa onu kendine tam bir mutluluk sayarsın.
Bizim nazenin kullarımızdan biri, uygunsuz bir toplum içinde tutsak düşmüştür diye beni gönderdiler; ona bir ziyan
erişirse yazık olur, dediler. Eğer iki dost, birbirinin yanında yahut karşı karşıya oturmuş konuşuyorlarsa o muhabbetin tadı ile,
onları uzaktan seyretmenin tadı bir olur mu? Ama o uzaklık, eğer sende gönül sefası var da arada engel olmuyorsa, onun
zevkine göre yakınlık zevki nerede kalır? Bir kimse ki, uzaktan huzurda olursa, yakında nasıl olur? Falan yere gidelim derler
ona. «Hele bir sor,» der, «Şem-seddin orada mıdır? Eğer yoksa şimdilik işim var...»
Filan kuyumcu dedi ki: «Senin hakkında uygunsuz sözler söylediklerini işittim.» O övmeye başladı, ben, onu övünce,
«O nasıl olur?» dedi ve ilâve etti: «Sen böyle değildin ancak onun sohbeti bereketi ile böyle oldun. O seni açtıkça açılıyorsun.»
Parmakla dokundum, böylece eğildi ve dedi ki: «Sen sohbete lâyık bir insansın.» Ben hemen atıldım ve dedim ki, «Eğer halvet
olur da yalnız ikimiz beraber olursak, bana on pabuç vurur1 musun? Her açılışta daha parlak bir hale geleyim. Sen büyükler
hakkındaki sözlerinle sohbete en lâyık bir zatsın.» Ona inanmıştım, işitmiştim ki, büyük bir bilgindir, şöyledir böyledir. Ama
bununla değil. Şimdi iyi sohbete dikkat et. îster ki siz mescitte olasınız; oraya gelsin sizi görsün ve beni de övsün.
(M. 189) Bana dedi ki: «O, iyi olur ama falan kuyumcu da şeyh olmuştur, ne dersiniz?» Herkes kendi makamında
büyüktür. Ama onunla ne ilgisi var? Bu hiç kimse hakkında uygunsuz söylemek değildi, bize göre onun âlemi başkadır. Derviş
ham hayaller peşindedir. Bir yerde ki şeyh bu delikanlıdır, ona olgunlaşması için daha yıllar gerektir. Nasıl olur da erlere
hizmet eder, gece gündüz yanar yakılır? Tavaya konmuş sığır yağı gibi uzaktan kokusu geçtikten sonra kıpkırmızı olur? Allah
erlerinin raksı lâtif ve hafiftir. Su üstünde yaprak gibi yürürler. İçerde dağ gibi, yüz bin dağ gibi ağır, dışarıda saman çöpü
gibidirler. Hak benim elimdedir, ama benimle birlikte değildir. Hutbede okuduğun bütün Allah sıfatları «O öyle bir görücüdür
ki, hiç bir şey, onun görüşünden gizli değildir.» Evet, bütün bu sıfatlar görüyorum ki benim de sıfatlarımdır.»
Şiir:
İçi fesat dolu bu köpeklerden size utanç gelmez mi?
Siz, bu yularsız eşeklerden hiç arlanmaz mısınız?
Öbürü dinin süsüdür, ama küfrün de rengi ve kokusu;
Öteki mülkün kıvancı ama ülkenin de yüz karası, utancı...
Şu halde dizgin gerektir ki dikkatle çekesin şimdi başka bir şair de şöyle söyler:
Beyit:
Âlim ile cahil arasındaki ayrıcalık, ancak şu kadardır:
Birinin dizginini çekersin, öteki başıboş ve yularsızdır.
Şimdi nerede o dizgin çekme. Şimdi beni kendi halime bırak! Onu en azından zahir yönünden yemekten içmekten
yasaklıyorum. Çok düşünüyorum ama gerektir ki, bana hiç ayakbağı olmasın; yemek içmek düşüncesi, elbise ve çamaşır derdi
bende olmasın. Yani sizin önünüzde olmasın, birlikte olalım. Bir vakit hizmet etsin, îşte bu çirkin bir şeydir, şüphelidir de. Kul
için bundan daha iyi bir sığınak var mıdır ki, elini Allah erlerinin ellerine uzatsın da kurtuluşa ermesin?
«Dervişin her iki cihanda yüzü karadır,» buyurulmuştur. Eğer doğru söylüyorsan, halkı neye davet ediyorsun?
Karayüzlülüğe mi? Eğer yalan söylüyorsan senin tokadın hiç bir şey değildir. Başka biri, «Tahammül et!» der. Söz Allahnın
sözüdür, Allah sevgililerinin sözüdür. Alâeddin'e satranç tahtası alma! Mevlânâ'nın dostu isen bunu yapma! Çünkü onun
öğrenim çağıdır. Onun vakti dardır. Geceleri uyku uyumuyor. Ancak gecenin üçte ikisini yahut daha az bir zamanını
uyuyabilmekte. Her gün gerektir ki, bir şey okusun, bir satır bile olsa bu lâzım. (M. 190) Ama işitirse benden incinir. Bana,
işimi öğretiyor, der. Bu sebepten Hakkı düşman bilirler, işlerine gelmeyen doğru sözü dinlemezler. Onlara bir kâr kokusu
gider, ürkerler. Bu çok garip şeydir. Bazılarına vakit geçirmek hoş gelir. «Karanlıkta yürüyen yolunu şaşırır,» demişlerdir.
Bütün vücudu dil kesilmişti. Soruda, cevapta terbiyesizce davranırdı, Hak âleminden hiç haberi yoktu.
Sizden sonra, ne malını satan satış yapacak, nede mal alan müşteri alacak mal bulacaktır, insan, semâ vaktinde
başkalarının giyinmediği elbiseleri giyinir. Namazda da başka zaman giyinmediğini giyinir. Su dağıtılan yerde bana bir, üveyk
sesi ile bunlar ilham olundu. Onunla benim aramda eskiden beri bir1 hekim var ki, o başkalarına söz verir, sözünden dönerdi.
O, böyle yerde nasıl olur? Peygamberlerin, velilerin aradıkları vecd (ilâhî sarhoşluk) halini onlara anlatsaydım, mest olurlar,
neşelenirler; Hak onların yüzlerinde, vücutlarında parlar, onlarda açıkça belirirdi.
Şiraz dervişleri biraz insafsızdırlar. Ancak iş iyi gitmedi derler. Vakti gelince gazelden sonra raks edeceksin diye
kararlaştırıyorsun. Bunda da zorluklar çıkarırlar size. «Ne türlü nefesler vuruyor, baş sallıyorsunuz,» deyince, söz söylemez,
gazel okumaz. «Bu nasıl raks?» deseniz, «Yandım bu ıstıraba, dayanamadım,» derler. Allah, «Ben seni bu iş için tutuyorum,»
buyuruyor. Derviş de, «Yârabbî yandım artık, bu kulundan ne istiyorsun?» diyor. Mademki yanıyor-sun, bu, cevheri kırma
hikâyesini andırır. Sevgili âşı-kma sorar, cevheri niçin kırdın? Sevgili cevap verir: «Ben, cevheri benden sorasın diye kırdım.»
Bu: sır içindeki hikmet, şuradadır: Rahmet deryası daima coşmak, dalgalanmak ister. Bunun sebebi de senin yalvarman,
ağlayıp feryat etmendir. Senin gamının bulutları gelmedikçe, ilâhî bilginin denizi dalgalanmaz,, coşup köpürmez.
Şiir:
Anne yavrusuna meme verir mi söyle,
Yavru aç kalıp da ağlamayınca?
İçinde ve dışında geçen değişiklikleri göremeyen r görmede, işitmede ve akıldaki hikmeti anlamayan, âlemin
nasıl idare edildiğinde şüphesi olan kimseler, bütün peygamberlerin mucizeleri, velilerin kerametleri ile vahiy ve ilham
getirmelerini anladığı halde, henüz şüphede olanlar derler ki: «Acaba neden benim kısmetim geç kaldı? Yahut bu iş neden
böyle oluyor? Kendiliğinden mi oluyor? (M. 191) Allahnın dilemesi yeter mi?» Sonra eğer Allahnın merhametli, bilgin ve güçlü
olduğunu bir âciz görürse işi kabul eder.
Bir topluluk Fırat ırmağının kaynağını görmeye gittiler. Tam iki yıl yol yürüdüler. Nihayet ırmağın, bir dağın
tepesinden çıktığını gördüler. Biri hemen, «Ne hoş!» diye çarh vurarak suya atıldı. Öteki de arkadan atladı. Bazılarını, (onlara
ne olduğunu Allah bilir), galiba onları aşağı çektiler. Başka ne olmalı? Bazıları da geri dönerek haber getirdiler. Dediler ki:
«Oraya kadar gittik, âmâ arkadaşlar daha önce gitmişler. Başka bir şey bilmiyoruz. Denize dalan kurbağa gibi bir ses
çıkardılar.» Adamların anneleri kardeşleri toplandılar; bir türlü bu işe razı olmuyorlardı. Nasıl ki, kaz yavruları yumurtadan
çıkınca anneleri karada gezerken yavruları da anneleri ile birlikte dolaşırlar, denize girince de beraber girerler. Su kenarına
gelenlerden bunları görenler, «Vay yavrucuklar gitti, boğuldu!» derler. Zaman zaman dostları anmak ne gariptir. Sen de bu
ayıklık makamında mest olup kalma!
Ola ki, onun maksadı odur. Yani istiğrak (Allah' sal hayale dalmak) makamında kalma; daha üstün bir mertebe ve
makam iste! Ama hayır bu onun işi değildir. O, olduğu yerde sayar, başka bir şey yapamaz. Eğer o yüksek mertebeyi
isteseydi, o mertebe şarapla dolu bir testi gibidir. Onu boşaltırsan kadehe dolar ve der ki: «Yine senin yanında olayım, başka
bir yere gidemem!» Halbuki onun küpü onun gibi yüzlercesiyle dolup boşalmıştır. Ama yalnız küp, taşın karşısında zavallı kalır.
Pek açık bir gerçektir ki, küp, taştan daima sakınır. Kırıtırsa, aslındaki parçalar yerinde kalır ama içindeki berbat olur; etrafa
yayılır ve bulaşır. Yani sır (gizlilik), küpün fitnesidir onlara açık ve susturucu bir cevap vermek gerekir. Çünkü susmak
suretiyle verilen cevaptan anlamazlar. Yani hoş geldin, güle güle, sefalar getirdin gibi açık sözlerden anlarlar. Kuran'da,
«Görmez misin senin Rabbin gölgeyi nasıl uzattı?» anlamındaki âyetin yorumu nedir? (M. 192) Sonra, «Allah semaların ve
yeryüzünün nurudur,» Anlamındaki âyet ne diyor bize?
Mısra:
Gönlüm öyle bir yere düştü ki, hiç sorma!
Eğer benden faydalanmak istiyorsan gizlice alçak gönüllük gösterip de Firavun gibi, yalnız kaldığın zaman, «Allahm!
Sen benim ilâhımsın, ben de senin kulunum!» deyip, sonra herkese karşı, «Sizin en büyük Allahnız benim!» (Naziât sûresi,
24) deme. Zahirde de bâtında da, hayır, demek gerektir. Cevapta biraz düşüneyim de o vezir gibi hataya düşmeyeyim. Acele,
şeytan işidir. Acele edenler, bir nakış ve suretten başka bir şey göremezler. Çünkü onlar, hep görünüşe bakar, nakısı ve sureti
görürler. Günahlarından dolayı da mağfiret dilemezler. Tövbe, Ademin ve evlâdının sıfatıdır. Hatada, günahta direnmek de
iblisin ve onun yavrularının sıfatıdır. Allah ona, «Yemin et!» deyince, o «Başın için!» diye ant içer. Rumî'yi Anadolu halkını ben
yarattım; Türkü, Hintliyi, Arabi da; ama lanet olsun o alçağa ki, senin gibi birini doğurmuş.
Sarayın sofracıbaşısı, Şahın üstüne yemek, damlatır. Şah, «Asın şunu!» diye emreder. Adam geri kalan yemeği de
Şahın üstüne boşaltır. Bu sefer hoşuna gider ve gülmeye başlar. «Bunu niçin yaptın?» diye sorar. Sofracı, «Mademki beni
astıracaksın, yaptığım hata, önemli bir şey değildi. Bari daha büyük bir iş yapayım ki, asılmaya değsin,» der. Bugün o sofracı
yaptığına tövbe etse bile işlediği hata yine hoşuna gitmezdi. Bu utanç verici hal ana ve babadandır. Çünkü onlar beni bu kadar
naz ve nimet içinde beslediler. Kedi kâseyi devirdi ve kırdı, babam da yanımda idi, hiç bir şey demedi. Ancak gülerek, «Oyun
mu oynuyor sun güzel?» diyebildi. Ama bu bir kaza idi. Kedi savuşturdu. Eğer senin ve benim yahut annemin başına bir kaza
gelseydi ne olacaktı? Allah, seni ve beni bu yüzden korudu; bize bir cilve gösterdi.
Şiir:
Okşaya okşaya şeker kamışından nöbet şekeri yaparlar,
İpekböceğinden zamanla atlas yaparlar.
Yaptığın işi yavaş yavaş yap, biraz sabırlı ol,
Üzüm koruğundan bir gün gelir helva pişirirler.
Ey seher yeli! Bir semtten haberin var mı? (M. 193)
Bir ay yüzlünün yanağından ne haber getirdin?
Çalıp çağırdığın, hay huy ettiğin günler var mı?
Ey rüzgâr! Daha yavaş es, çünkü güzel kokuyorsun!
Bu saatte, âlemde kutup (en yüksek Allah eri) odur. Bir gizli gerçeği açıklıyorum. Âlemin dört bucağından onun
toprağını öpmek arzusunu besleyenler, başlarını onun eşiğine koyup geri dönenler var. Bir Allah eri tam bir yıllık yoldan onu
ziyarete gelmişti. Yüzü güneşten yanmış bir ziyaretçi onun eşiğini öptü, içeriye giremedi. Başka bir aziz uzaklardan bir çok yol
teperek geldi, eteğini öptü, hemen aynı günde geri döndü, îzin almasına imkân kalmadı. Ben bu adamdan ummazdım ki,
konuşsun. Ben konuştum. Dedi ki: «Ona ahmaklık demezler». Evet, «Onunla konuşurken şimdi burada bir ben varım, bir de
şu duvar var,» dedim. Mademki duvarla konuşmuyorsun ben'mle de konuşmuyorsun o halde kiminle söyleşiyorsun. Lütfen
anlat!
Biri bana diyordu ki: «Bu mantıkçıdır.» Gülmeye başladı sonra öfkelendi, terlemeye başladı, başım sallayarak, «Bu
adam ne diyor, mantıkçı mı?» dedi. Bir zaman diyordum ki: «Farzet ki ben burada yokum, îşte herkesin kavgası da bundan
çıkıyor. Niçin olmayasm burada?» Yalvardı: «Birlikte gidelim ki çocuklar sana alışsınlar,» dedi. «Evet» dedi, ama bana
nezaketten yahut kötülükten bir mutluluk gelmez. Bana böyle yerler, para ve rahat lâzım değil. Ben bunlardan kaçtım,
usandım şu hücreye sığındım ki beni kapıdan görsünler. Ben dışarı çıkayım, sabaha karşı onu döküntülerini, pisliklerini
süpüreyim, sessizce orada oturayım. Ansızın bir şey işitildi. Başlarını eğdiler. Özür dileyerek, hayır hayır! dedim. Eğer ben iyi
insan isem, benim makamım burası olur. Geceleri tahta çıkar otururum. Kimse bana, sen fena yaptın, şöyle yaptın böyle
yaptın, demez. «Ona iyisini verin,» diye tavsiye ettin ama ben oradan almadım. (M. 194) Gittim çok uygunsuz sözler
söyledim. İşittiler, «Acaba bu divane midir?» diyorlardı.
Ramazan boyunca böylece bizi yüz kişi davet etti. Her biri, bizimle bir gece iftar eder misin? diyordu. Bazılarım
atlatıyor, evin selâmlık tarafına gitmelerini tavsiye ediyordum. Eğer sözleşilen vakitte gelirlerse, söyleyiniz ki, bir başkası
götürdü. Sana gelinceye kadar çok namaz kılması gerekiyor.
Ben vaktiyle ikiyüzlülük ederdim. Şimdi yapamıyorum. İşte Alâeddin konuşuyor, yarın da Sadreddin Secasî
konuşacak. Celâleddin de konuşacak. Bu çok zor bir durum. Eğer söz onun sözü ise bu ne oluyor? Eğer söz bunun sözü ise,
öteki boş lâftır. Bu sözler hiç kimsede yoktur. Bütün cihanı kalbinizden geçirseniz de arasanız, böyle bir söz üstadının izini,
tozunu bulamazsınız.
Öğretmenlik yapıyordum. Vezirlerden birini de işinden atmışlardı; o da öğretmenlik yapıyordu. Padişaha haber
verdiler. Eteğinden yakaladı ve sordu. Nuh Peygamber çağında dünya bayındırlaşmıştı öyle ki bir şehirden bir şehire gitmek
için bir günden daha az yol yürürlerdi. Eğer bu yol uzunluğu bir günden fazla sürseydi, çok hayret ederlerdi, çok uzaktır
derlerdi. Nuh Peygamber, kavmini bin yıldan elli yıl eksik bir süre içinde, imana davet ederdi; her gün bir kaç semti dolaşırdı.
Bu nasıl olur? diye yorumluyorlardı. Bin seneye yakın bir müddet yaşamak nasıl olur? Filozoflar derler ki, yüz yirmi yıldan
fazla yaşamak elbette mümkün değildir. Ama ben açıkça, onların sözlerini kabul ediyorum, demiyorum. Bin yıl imana davet
etti, her gün bir semti beş kere dolaşırdı; onu döverler, yaralarlardı; Cebrail kanadını ona sürünce yaraları sağalırdı, gibi bir
çok yorumlar yaptılar. Nuh elbette davetten vaz geçmedi. Buna karşılık yetmiş kişiden fazla kimse de Müslüman olmadı.
Çeşitli rivayetler vardır. Ama onlardan en gerçek ve doğru olanı budur. Evet, davet doğrudur. Ama benim için onun
kabulünden ne çıkar. Dedi ki: «Nihayet düşünmüyor musun ki, bu söze ne özür bulacaksın?» Dedi ki: «Onun boynunu, elini,
ayağını hocanın sopasına teslim ederim.» Bunu düşünmeye, bahane bulmaya ne lüzum var? (M. 195) Susayım, katlanayım,
ona, Ebubekr-i Rababî gibi ses çıkarmayayım. Ancak her kesin bir huyu vardır. Davet işinde biri vardır ki, ona karşı sert
davranmak gerekmez, ötekine karşı da çok şiddet ve sertlik göstermek ister.
Bu kadının tuhaf bir isteği var. Eğer o adam olsaydı işi tamam olurdu. Bu saatte ona öylesine vurdular ki, iki parça
ettiler sanırsın. Ketenciyi bizim için öldürmüşlerdir. Güya şeyh Evhadüddin onların önüne gelmiş, secdeye kapanmış. Ama o
bir insan olsaydı işi tamam olurdu. İnsan olmadığı için onun karşısına geldi. Onun için bir engel de yoktu; bütün bunlarla
beraber hiç bir şey değildi. Eğer ona sövüp say-masan böylece susmaz; sesini kesmez. Ancak o sövdü saydı, cefalı sözler
söyleyerek geçip gitti. Bundan dolayı onun kahrını uzun zamandan beri çekmekteyim. Bizim gidişimizden öfkelenir. ,
Benim gönlüm hiç kimsenin hazinesi değildir, ancak Hakkın hazinesidir. Burada, deveci kılığından nasıl kurtulayım?
der. Dışarı atarım, başkalarının düşünceleri de daha başkadır. Buna güç yetiremezler. Ancak Şahın hazinesini kendi
hesaplarına sarf etmeyi de bilmezler. Onlarda, o yönden bir kuvvet vardır. Akılları başlarındadır. işte o hal, Hazreti
Muhammed Mustafa'nın (S. A.) halidir. Çünkü O Hazret kendiliğinden dalgınlık âlemine dalmadı. Belki bütün işler ona belirli ve
açıkça görünürdü. Şimdi hiç kimse sanır mı ki, bu uyanıklık, o istiğrak yani ilâhi dalgınlık halinden daha aşağıdır. O ilâhi
dalgınlık bir çoklarında da vardır. Hele bunda başka bir letafet vardır ki, bütün dalgınlık hallerinde bulunur; sonra tekrar bütün
işlerinde uyanık kalırlar. Nasıl ki, Hazreti Peygamber, o halden başkalarına bir zerre sıçratsay-dı, elsiz ayaksız kalırlardı. Nasıl
ki, Hazreti Ebubekr de ondan yedi hadisten başkasını rivayet etmedi.
Meğerse onlara kötü ile iyinin, kâfirle Müslümanın kim olduğu açıklanmaz. Müslümanlık doğru sözdür. Yüz bin lanet o
cariyeye olsun ki, kendisini yüz bin altına alsan bile yine birisine bir cefada bulunur. Benim yanıma getirirler ki, işkence
yapsınlar. Buna hiç benim gönlüm razı olur mu? Eğer buna gücüm yetseydi sonuç daha iyi olurdu.
Şiir:
Bir kimse ki, gül yerine diken ve çalı diker, (M. 196)
Ona mimber değil, darağacı yakışır.
Dünyanın yaratılışından maksat, yüzlerini birbirine dayayan iki sevgilinin, heva ve hevesten uzak yalnız Allah yolunda
birleşmeleridir. Onların aradıkları, ekmek, ekmekçi ve kasap değildir. Nasıl ki, ben de bu saatte Mevlânâ'nın yanında
rahattayım.
Yolunu şaşıran Bayezid'in hikâyesi: Bayezid öyle bir şehre uğramıştı ki, yalnız kendini şaşırmış, yolunu kaybetmiş
değildi. Hazreti Musa gibi ona uzaktan bir ışık, ateş şeklinde görünmüştü.
Şiir:
Mumun pervanesi nuru arayayım derken,
İşi bozuldu, nur uğruna ateşe düşüp yandı.
Burada iş aksinedir. Nasıl ki Şeyh, «Halk kiliseden geri döndüler mi?» demişti. Yani onlar asla mescit yüzü
görmemişlerdir. Onlar nerede, mescit nerede? Bunun manadan konuşma ile ne ilgisi var? Bir kâğıt üstüne bir isim yaz, o adı
onun yanına götür. Müslümanların dışında bir topluluk ona karşı içlerinden, kâfir, dediler. Beni davet ettiler. Onlara özürler
diledim kiliseye gidiyordum, orada dostlarımdan bir takım kâfirler vardı. Ama dıştan kâfir görünür, iç âlemlerinde Müslüman
yaşarlardı. Bir şey getirin ki, yiyeyim, dedim. Binlerce teşekkür ettiler, benimle iftar ettiler, yediler böylece oruç tutuyorlardı.
Ey yüce bilgin Mevlânâ, seni övmeye lüzum yok! Sen de övülmeyi bırak! Bunu şundan dolayı söylüyorum ki,
Mevlânâ'yı övmekte onun rahatı için bir sebep bulunsun, onun hoşuna gidecek bir durum olsun da eksik bir şey olmasın. Ona
sakın bir şey yapma ki hatırına bir bulanıklık gelmesin, incinmesin. Beni inciten her şey gerçekten Mevlânâ'nın da gönlünü
kırar. Onu büyük bir şeyh her zaman ziyarete gelirdi. «Bize misafir gelir misin?» derdi. «Bir saat kadar gel de görelim seni,»
diyebilir miyim? Eğer seni yiyeme-sem, yemeğini nasıl yiyebilirim. Bana haram olur. Benim içimde haram lokma olmasından
Allahya sığınırım.
(M. 197) Mecduddîn ile konuşuyorduk. Karşılıklı sorular, türlü sözlerle muhabbet ediyorduk. Sakın gönlün incinmesin,
Mevlânâ (Allah ona uzun ömürler ver* sin) dışarı çıktı. Senden incindi. Mevlânâ böyledir; beklemeye takat getiremez.
Diyorsun ki, bu iş çetindir. Büyükler nezaketlidirler. Maymun yavrusu ile kaplumbağa hikâyesini iyice hatırlayamıyorum ama
ben de gittim gönül benimle birlikte gelmedi. Orada boş sözler var. Kulağına şunu söyleyeyim de onlar işitmesinler. Gel eğer
bir parça bal getirirlerse bununla hoş kaçar, uzaktan duymazsın belki; kulağına boş sözler söyleyeyim. Bugün gerekli olmasa
bile anlatayım :
Bir tamburcu tamburunu kılıfından çıkarır, her şeyden önce yemek getirsinler diye, yanındakilerine, «Sizler çok
cömert insanlarsınız,» der. «Bana bir kaç akça harçlık verirseniz size tambur çalarım.» O arada adamın pabuçlarını
çalmışlardı. «Aman,» der, «Ben sizin yemeğinizden vazgeçtim konukseverliğiniz de sizin olsun, bari tamburumu verin de
işime gideyim.» «Burası mescittir,» dediler. «Eyvah,» dedi, «Günlerden beridir ki yıkanmadım çabuk tamburumu verin de
buradan gideyim.»
Sultan Mahmud (Gazneli) ordusundan bir- aralık geri kalmıştı, çok acıkmıştı. Yol üzerinde bir değirmenciye uğradı,
dedi ki, «Selâm sana! Sizde yiyecek bir şey bulunur mu?» Değirmenci seslendi: «Sakın bu adam ekmek istemeye gelmesin.
Bu ağır canlı adam nereden geliyor?» «Bugün bir artık ekmek vardır yer misin?» «Getir,» dedi. Değirmenci giderken pişman
oldu, geri döndü. «Eğer olsaydı biz yerdik, kalmamış. Ekmek yok un var yer misin?» «Evet getir her ne varsa getir!» Adam
tekrar geldi kendi kendine: «Yazık» dedi, «Adamcağızın karnı o kadar acıkmış ki unu bile yiyecek.» Bu sefer tekrar döndü
ama «Dan karışık,» dedi. Sonra tekrar geldi, «Öğütülen un yetim malıdır,» dedi. Nihayet tozlu bir pösteki getirdi ve Şahın
yüzüne fırlattı, «Ancak kalan yiyecek budur,» diyerek onu inandırmak istedi. Sonra, «Sanıyorum ki,» dedi, «Gözlerin rahatsız
olmuştur.» Bir ırmak kenarına götürdü, «Yüzünü yıka!» diye iki elini tutarak oraya oturttu. (M. 198) Şah oradan ayrıldı. Yolda
bir Türk çocuğuna rastladı: «Yiyecek bir şeyin var mı?» dedi. Çocuk, «Var ama önce bir selâm ver, sonra da konuk ister misin
diye sor,» cevabını verdi. Mahmud kendi kendine, «Vallahi bu çocuk doğru söyler,» dedi. Atının dizginlerini yavaşça çekti geri
döndü. Çocuğa «Selâmün aleyküm,» dedi. «Aleyküm selâm. Çabuk aşağı in konuğumuz ol sana gömeç, yoğurt, süt, peynir ne
varsa getireyim,» dedi. Şah bunları yedi. Çocuğa: «Al şu yüzüğü bundan sonra ben Şahın yakınlarındanım dersin. Olaki
Şahtan senin için bir şey alalım, eğer vermezlerse ben alır sana veririm.» Yüzüğe iyi bakınca: «Eyvah!» dedi çocuk, «Ne yazık
ki koyun kesmedim. Ne yaptım ben?» Her ne kadar bu düşüncelere kapıldı ise de, işi daha iyi oldu. Mertebesi yükseldi. Şah
askerine yetiştikten sonra arkadan çocuk geldi, yüzüğü onlara gösterdi. Hepsi yüzüstü kapandılar. Onu saygı ile karşıladılar.
Çocuk ne görsün bütün beyler, vezirler sıralanmış; o süvari askerleri ve başbuğlar ayakta durmuş. Onlarla yüz yüze gelince
hepsi birden: «Bu hangi oymağın beyidir?» diye aralarında konuştular. Şahı o kılıkta görünce şaşırdı, bir «Lahavle,» çekti
tekrar etrafına bakınca anladı ki Şah budur. İçinden bir «Ah!» çekti. Şah konuşmaya başladı, çocuk içinden tekrar, «Vallah ki
bu Şahtır!» dedi..
Şah emretti: «Altın kemerli kırk köle onun yanına gelsinler!» Artık üst tarafını, o türlü yemekleri de sen hesap et!
Sonra buyurdu ki: «Sözü geçen değirmenciyi de getirin, onun da gönlünü hoş edeyim.» Silâhlı yüz süvari yola çıktı.
Köyün ve değirmenin nişanını onlara anlatmıştı. Uzaktan bakınca bir dağın doruğunda onu gördüler. Biri sordu: «Değirmenci
bu mudur?» «Evet budur,» dediler. Adamcağız, «Eyvah geldiler,» diye kaçtı ve kapıyı kapadı. Kapıyı çalınca hiç ses çıkarmadı
yani, «Öldüm,» dedi. «Ama sen nasıl ölüsün ki, konuşuyorsun?» Değirmenci, «Bu ancak bir nefesten başka bir şey değil,
nihayet o da bitmek üzere ben ölmüşüm artık.» «Kalk!» dediler. Kalkmadı, kapıyı kırdılar, içeri girerek tekrar, «Kalk!» dediler,
«Seni Şah istiyor.» Değirmenci yalvarmaya başladı: «Ey büyük ve saygı değer adamlar! Ben nerede, Şah nerede? Ben zavallı
bir değirmenciğim. Şahın buğdayı varsa buraya getirir onu öğütürüm!» «Uzatma,» dediler, «Kalk çabuk seni Şah istiyor.»
«Ama çok iyi öğütürüm.» «Çok konuşma kalk!» dediler. Değirmenci, «Size un vereyim saç ekmeği, yoğurt vereyim ki, bugüne
kadar Sultan bile onu size vermemiştir. (M. 199) Bugün yüz kişiyi misafir ediyorum.» «Kalk, ne saçmalar soyuyorsun, kalk»
dediler. Yine kalkmadı, boynuna bir ip bağladılar. Çeke çeke götürdüler. Adamcağız çepeçevre etrafı süzerek o teşrifatçıyı
aradı, ama onu göremedi. Ancak Sultana, «Ah eğer bin tane kellem olsaydı birini bile kurtaramam,» dedi. Sultan dedi ki:
«Adamcağız ben seni getirdim ki, su kuyusuna düşmüş olan yüzüğümü bulasın.» «Saygılarımı sunarım,» dedi. Gizlice
ötekilerine emir verdi; adamı kıskıvrak bağlasınlar, üç gün üç gece hiç bağını çözmesinler açlık ne demek olduğunu anlasın,
dedi. Adamcağız, her gün beş kilo ekmek yerdi; cehennem gibi bir işkembesi vardı, üç gün ekmek bulamayınca artık ölümünü
bekliyordu. Üç gün geçtikten sonra, «Onu getirin!» dediler. «Kalk çık dışarı,» diye seslendiler. «Artık benden ne istiyorsunuz,
bir solukluk canım kalmıştır, bırakın ki öleyim!» dedi. «Hayır,» dediler. «Sen öyle bir adamsın ki, bir kerede ölüp
kurtulamayacaksın.» «Eyvah!» diye feryadı bastırdı. Şahın huzuruna götürdüler. «Adamcağız,» dedi Şah, «Söyle bakalım
pirinci tane tane mi yersin?» «Oh onu da yerim elime geçerse,» dedi. «Ya semiz kuş eti ile pişmiş kimyonlu yahni yahut
şekerkamışı veya hurma da olsa yer misin?» «Ah nerede onlar!» «Sütlü pirinç de yer misin? Hele şekerle iyice pişirilmiş
olursa!» «Ah nasıl yemem.» «El'mize geçse biz de yeriz bunları.» Böylece bir çok nefis yemek saydılar. Değirmenci, «Ey ulu
Sultan! Beni öldür!» diye yalvarmaya başlayınca Padişahın merhameti ayaklandı. O merhamet duygusunun etkisiyle
Hayyam'ın şu beytini hatırladı.
Beyit:
Ben kötülük yaptım, sen de kötü mükâfat veriyorsun,
Şu halde benimle senin aramızda ne fark var söyle!
Şah gülmeye başladı. Bin dirhem bağışta bulunmalarını, bir kat elbise vermelerim, onu sevinçli bir halde yola
vurmalarını emretti. Sonra «Onu geri çağırın,» dedi. Arkasından koştular, «Gel!» diye seslendiler. «Ah beni kandırdı, ama
belki daha beter bir belâya uğratacak,» dedi. Çağıranlara yalvarmaya başladı. «Bari şu altınlarımı alın da canımı bağışlayın.»
«Gel, orada cevabını ver!» dediler. Şahın huzuruna çıkardılar. Şah şöyle buyurdu: «Şimdi benimle bir sözleşme yapacaksın!
(M. 200) Bundan sonra kendi boğazının keyfi uğruna kimseye bir şey vermesen bile bari o unlu pöstekiyi kimsenin yüzüne
çarpma! Az daha gözümü kör edecektin.» Değirmenci yüzüstü düştü, çok ağladı ve dedi ki: «İkinci şartı da ben söyleyeyim:
Hiç bir konuğu ağırlamakta ihmal göstermeyecek ve küçümsemeyeceğim.»
Mademki kulağıma söylüyorsun, söyle ah seni öpeyim! Hasta oldun öpeyim bari; öp artık kaçıyorum öp, elimi de
bırakıyorum... Elimi kalbime koydum, mademki söylüyorsun bir daha söyle! Ne kadar da yedim, uykumu kaçırmak için. Gece
yarısına kadar hiç uykum kaçmadı. Hep yedim, karnım davula döndü. Nihayet, «Daha ne kadar yiyeceksin, yeter!» dediler.
«Uykum kaçsın diye yiyorum. Uykumu ver ki yemeyeyim,» dedim.
Pirlerden biri dedi ki: «Henüz Mevlânâ'nın mec-lisindesin. Allahya şükürler olsun! Ama müritler sizden ayrılmak
sevdasında. Bu onların körlüğünden ileri geliyor. Derler ki, bir melek varmış, bir zaman Ademoğulları bu adamın meleği
olurmuş, bir zaman da bu adamın şeytanı.»
Üç kere dışarı çıktım, geleceğim dedim. Tekrar hücreye gidiyordum, önce bir adam gösterdim. Ona çocuk kaçtı,
yalvardılar, kabul ettim. Öteki de kendiliğinden kaçıyordu. O bununla gelmez dedim.
Mısra:
Bu işten vazgeçmek gerek, yahut edebini takınmak.
Ne hayaller kuruyorsun?
Ben ne söylüyorum?
Eğer bunu söylemesen, senin söylediğin şey çok uzak!
Adamın biri halkın malını yerdi. Kendini deliliğe vurmuştu. Kadının önüne oturttular. «Ham ham!» diye söze başladı
Kadı ona, «Be adam, senden davacı var, ne dersin?» diye sordu. «Ham ham.» Kadı, «Ham ham, divane sözüdür bunu
tımarhaneye götürsünler,» dedi. Adamı tımarhaneye soktular. Tımarhane onu nasıl serbest bırakır? Biraz sonra Kadıya ondan
daha yaman bir yankesici, daha serseri bir suçlu gelir. Yüz Bağdat çarşafı, yüz top istanbul atlası, yüz kat başkaca elbise dava
ederler. O da, «Ham!» der. Kadı, «Hayır,» der. «Ama efendimiz herkesi temize çıkarıyor, beni eziyor, ham, ham.» Kadı der ki,
«Bugün ham, ona inkâr etmesini öğretmiştir.» Kadı tekrar sorar: «Ne diyorsun.» (M. 201) Suçlu, «înkâr ediyorum» der.
«Hayır,» der Kadı, «Suçunu kabul ediyorsun, niçin inkâr edersin. Müslümanların hakkını ver!» Suçlu, «Ben, şu ya da bu
kimsenin emanet bırakmasın-san korkuyorum. Ama nereye bıraktı? Sen diyorsun ki, o Buharalının kapısındadır. O zaman
bütün hırsızlarla gider o eve hücum ederler. Mallar eşiğin altındaki kuyudadır, evet ver diyorsun, iyi ama ya ben açlıktan
ölürsem. Evet ver diyorsun, hoş söylüyorsun. Fakat kime? Benim gönlüm istiyor ki sen bundan birazını pay eyleyesin ben de
böylece bakayım. Ye afiyet olsun üç lokma, on yedi lokma yahut benim hatırım için yetmiş lokma ye.»
Mısra:
Ben istiyorum ki yüzüm ay gibi ak olsun.
Ben vaz geçtim, bütün âlemden el çektim. Şimdi sen de diyorsun ki: «Hiç iyi değdim, ya içimde bir rahatsızlık var
yahut bir sıkıntı var bende.» Çünkü sen benim canımın içindesin, orada yer tuttun. Can içinde etki yapıyorsun. Ey Efendi,
Çelebi! Bu isteklerinden, boynumuza sarılıp öpmelerinden, nazım yolu ile, başka yollardan bir takım cilveler göstermesinden
anlıyorum ki, bende Allah tarafından yarlıgan-mak nişanesi var. O tarafa düşmem yakındır. Günahları bağışlanmış kullar
arasında dalıp gideceğim bunun belirtileri var.
Ulu Allah Kuran'da, «Onlara âyetlerimizi ufuklarda göstereceğiz,» buyuruyor. Bununla ne diyor bize? Ufuklarda ayın
iki parça olması mı? Yaz mevsimi mi? Sonra aynı âyetin altında, «Ve onların nefislerinde,» buyuruyor. Hastalık veya sağlık mı?
Bunlar ne güzel yorumlardır.
Ey tefsirciler, başka bir anlatışa göre de ufuklar-daki âyetler, ayın yarılması ve mucizelerdir! Nefislerdeki de, gönül
açıklığıdır. Şüphe yok ki o Haktır. Yani şüphesiz Allah Haktır; Muhammed de Haktır. Ne güzel yorum bu! Ama hakikat yolcuları
ve Allah erleri içindir bu. Her bir âyette bir müjde var, bir aşk kitabı gibi! Kuran'ı onlar bilir. Kuran'ın güzelliği onlarda yüz
gösterir, onlarla cilveleşir. «Şüphesiz o Haktır,» demek ne demektir? Yani Allahın kim olduğunu herkes bilsin diye, «O haktır
şüphes:'z,» demek bir yorumdur. Kudsî var iken Tusî'yi ne yapalım. Rahman sûresinde, «Allah Kuran'ı ona öğretti,» âyetinden
anlaşılıyor ki, Kuran'ın tefsirini yine Allahtan dinlemek gerektir. Bunu Haktan başkasından dinleyemezsin. O yorumcuların
tefsiri onların kendi halidir. Yoksa Kuran'ın tefsiri değil. (M. 202) Kuran'ın sözlü tercümesini beş yaşındaki çocuklar bile
yapabilirler. Hazreti Mustafa (Allahnın selâmı ona olsun) Ebû Hü-reyre'ye uğramıştı. Onun pek çekingen davrandığını anladı ve
sordu: «Niçin böyle çekingen davranıyorsun, perhiz ediyorsun?» «Temiz değilim de ondan,» dedi. Peygamber, «Mümin pis
olmaz,» buyurdu. «Zararı yok, öyle kara yüzlü durmanın ne gereği var?» Diyelim ki, yoldan bir kızcağız geçer, kendinde bir
hareket duyarsın. Bunu başkaları anlarsa seni ayıplar, anlamazsa sana işinle meşgul olmak gerekir. Bir rastlantı sırasında
Mahmud'un annesi oğlunun içkiyi yasakladığım görüyor, «Afiyet olsun sana, mutlu ol oğlum, beni de mutlu ettin,» diyor. O
bunu yapmayaydı, incinirdi; yatakta uykusu gelmezdi. Annesini «Acaba ne olacak?» diye düşünürdü. Ona candan dua eder ve
memnun olur.
Kış geliyor Şemseddin'e bir kürk lâzım. Evet çetin iştir bu. Hırkayı yırtmalı. Evet güzel söylüyorsun, bana uymak
gerek. Bu bana senden dilenmek demektir. Konuk için, onunla daha çok vakit geçer. Şimdi biraz düşünmek zamanıdır. Her ne
kadar yaya yürümek kuvveti vardır ama korkarım ki, bunu kabul etmezsin! Ben Kaymaz mevkiine gelirsem, Aksaray'a
varırım. Yolda seni bırakır ve ayrılırsam, bu benim elimde değildir. Seni evde çocuklar arasında bırakayım. Zaten yolda da
bunu böyle istedim. O zaman bizim aramızda yüz kat daha yakınlık olur. Bugün ayrıldık ama bir zaman neler olacağını
bilemem. Eğer şimdi olduğu gibi araya bir karışıklık girerse, «Bu hakkın gayretidir,» deme! «Bu ne Müslümanlıktır?» dedi.
«Bunu da Müslümanlık say,» dedim. O zaman bir şey söylemedin, bir kaç gün Sarac'ın bağına gittin. O ayakkabı seni rahatsız
etti. Bir söz söyledin, bir kaç gün dolaştın, nihayet tekrar konuştun. Sonra baştan savdık, ona ant içtik dedin. Ben öyle
insanlardan de-ğilim ki, bir kimse ile bir gün selâmlaşmış olayım da, ona karşı öyle bir davranışta bulunayım. Bunu uygun
görmem. (M. 203) Eğer yine bir karışıklık ve bozgunluk varsa, zannetme ki aramızda ayrılık kararı verilmiştir. Ya bana senden
bir gayret ister, yahut da sana karşı benden.
Dedi ki: «Allah kendi iradesi ile hükmeder. Onda ihtiyar yoktur.» Bu sözü bütün peygamberler bile söylemiş olsa
kabul edemem. «Ben böyle bir Allah'yı istemem,» derim, isterim ki, Allah kendi arzusu ile iş yapsın. Ben öyle bir Allahyı
arıyorum. Cehenneme de görsem bu düşünceden utanmam. Ona derim ki: Benim aradığım Allah sensin. Diyorsun ki: «Ben,
Allah için dilediği gibi yapmaz, (yani failimuhtar) değildir, demedim.» Öyle ise sen failimuhtarsın, dilediğini yapan sensin! Onu
ortadan kaldır. Onun en aşağı kullan, ona bir ışık ile gölge düşürmüşlerdir. Dilediğini yapandır o. Onu âciz kılacak, ona engel
olacak bir varlık yoktur. Her saatte binlerce cihanı mahveder.
Bu çok âciz ve güçsüz olan kimdir? Ne iş yaparda o işte âciz kalır? O işi çevirmeye gücü yetmez. Nasıl olur da onun
ihtiyarı yoktur diyebilir, içinden ona, «İhtiyarsız,» diyebilir misin? Eğer bütün âlem Şahab' m bu sözlerini kabul etseydi,
Firavun incinmezdi o sözden. Ama ben kabul etmiyorum. Size iyi günler! Vakitler mübarek olsun! Mübarek olan sizlersiniz.
Gelecek günler size mübarek olsun! Kadir gecesi bize kader hazırlamıştır. O dost başka sözleri de bilir; başka
konuşanların sözünü de konuşur. Bin kelime mi söyledi; söyler, sonra sözü tükenir. Boş mu oturur? Musa Peygamber Allah ile
konuşan bir söz bilgini idi. Allah ona, «Beni göremiyeceksin,» dedi. Musa bir kaç adım geri döner, sonra tekrar ona yönelerek
bir daha gelir. Ona başka zaman gel der, konuşmadan geri çevirir. Günler bizim aramızdadır. Âyette işaret buyurulduğu gibi
denizin suyu tükenir de Rabbimizin sözü bitmez.
Elif harfinin manası tamam olmaz. Ulu dergâhtan bir elif sıçradı, hangi hikmet için dışarı fırladı o elif harfi? Onun
hikmetinin iç yüzünü, yine o bilir. «Akıl .yanılmaz,» dedi. Ama yanılıyordu, yine de, «Yanılmaz,» diyor. Sonra be harfi geldi,
elif harfin'n ayağına düştü. Elif sordu: «Niye geldin?» «Seni açıklamak için. Bir noktam var, o senin mühürünü canımın içinde
saklıyorum. Hemen Elifin manasıyım. Ayrılığın, ayırmanın iç yüzünü söylüyorum.» Te geldi, «Başımda iki noktam var,» dedi.
Bunları dünya ve ahirete atarım. Üç noktalı se harfi de kendini araya soktu.
Cim daha uzakta idi. Tevriye sanatı daha çok belirsin diye. Çünkü (M. 204) onda Kuran'ın manası vardır. Cim, iki
yönden eliften üstündür. (M. 204) Ama elif yolunda beline kemer bağlamıştır, elife bağlıdır. Dal harfine gelince, o da iki eliftir.
Bir topluluk, dal harfini düşman bilirler. Aralarında, birbirlerinin gırtlağına sarılarak kavgaya tutuşurlar. Sen, eğer harabat
(meyhane) ehli isen hı harfinin ne günahı var?
Kâfir küfürden bahseder; o, küfürden başka ne söyleyebilir? Mümin imandan bahseder, kâfir de küfürden.
Mısra:
Testi, içinde ne varsa onu sızdırır.
Saf olur, saf küfür olur. Onun kâfirliği saf olur. Ona, bu yolda şöyle sorarlar: «Diyelim ki, yolda seni köpek ısırmıştır.
Ona, kuduz köpek demek yaraşır mı?» «Evet, o gün o köpekle onun kocaman beş tane yardımcısı aşağı indiler. Fitne hiç
yatışmadı. Herkes bir tarafa kaçtı, onun ayağına düştüler. O, yukarı çıktı ve onları ayırdı.» Vaızdan sonra aşağı iniyordu.
Mimberin son basamağında durdu, şahadet getirdi. Kendi işimizden çok fazla söz söyledik. Şu ilâhi uyarma ile karşılaştık.
Kuran'da buyurulduğu gibi: «Ey iman edenler! Niçin yapmadığınız şeyleri söylüyorsunuz?» Yarabbi, «Bizi bağışla!» deyince
mimber yürümeğe başladı. «Ey mimber! Sana söylemiyorum,» dedi. Mimber ağaç olduğu halde, onun gerçek sözlerinden
harekete geçiyor; yani ağaç bile, kendi nefsinde öğüt kabul eder ve yürür, demek istemiş ve onu yürütmüştür.
Ulu Allahnın, hem sen dilediğini hidayete erdiremezsin, hem de sen hidayet verebilirsin, sözleri arasında çelişki
yoktur. Hak sözde buna imkân yoktur. Sen bir yol gösteriyorsun; işte, doğru yol budur diyorsun. Ama daha fazlası elinden
gelmez. «Onu o yoldan çıkaran benim,» buyuruyor, yüce Allah. Bize gerekli olan bunların her biri arasındaki inceliği ve derece
farkını görebilmektir.
«Allahya iyilikle ödünç verin,» anlamındaki âyet gelince, Hazreti ibrahim dedi ki:, «Ben Allaha ve Resulüne dedim,
ben hangi yalanı söyledim de Allah onu doğru çıkarmadı?» Hazreti Peygambere sordular: «Ey Allah elçisi! Mümin zina eder
mi?» Hazreti Peygamber şöyle buyurdu: «Evet, zina.eder, ama o yine mümindir. O imanlıdır.» Ebidderda'nın koca burnuna
rağmen yine mümindir. Ancak mümin yalancı değildir. «Yani, imanla yalan bir arada yürümez.» Allah gerçek müminin yalanını
doğruya çıkarır.
Adamın biri cübbesini yırttı. «Eyvah, benim fere-cim, abam yırtıldı bana bir aba verin!» diye sızlandı. Adına fereci
dediler. Mevlânâ bu kadar söz söyler, hiç bir şey istemez. (M. 205) Benim huyum budur, der. Bir mezar taşında, ömür, bir
saattir diye yazılı idi. Bir saat, üç saat nihayet ömrün bir sonu vardır. Sofî için, vaktin çocuğu derler. Yani vaktine bağlı insan
demektir. Bizim de ömürden nasibimiz ancak şu bir saattir. Çünkü Mevlânâ'nın meclisindeyiz. Ona hizmette bulunuyoruz.
Ben onun postuna konmuş bir böcek gibiydim. Hiç düzgün konuşmaktan, fesahatten nasibim yoktu. Böylece
diyordum ki: «Mevlânâ'ya Allah hayırlı mükâfat versin.» Hayırlı bir işe aracılık etti. Bugün gereken hizmet ve görevi bana
işaret ediyorsun. Sana anlatayım. Cebrail yukarıya bakarsa külahı düşer, sordu: «Nereye gideyim?» Şimdilik annen ile
babanın yanına gideceksin, ne zaman çağırırsam bana bir işaret et yeter. Sofrayı eğri koymuşlar onu düzgün koyayım dedi,
başını çevirdi, yavaşça, işaretle, «Lüzum yok,» dedi.
Sofra yatakta tersine kurulmuş dedim. Hemen, «Ne söylüyorsun? Yatakta sofranın ne işi var?» dedi. Nihayet işaret
etti ki, bizim işlerimiz var, ben bir işe gidiyorum, ibadete gidiyorum. O işten hiç başımı kaldıramam. Ben hep emirle giderim.
Emir bu!
Şiir:
Bir zaman gönül semtine doğru yürüdüm,
Gönül halinden bir nişan arıyordum.
Acaba gönlümün hali nicedir diye anlamak istiyordum.
Onun yüzünden cihanı feryat ve figanla dolu görüyordum.
Eğer bu dağarcık olmasaydı, bu taifenin ayak tozunu Cebrail bile bulamazdı.
Şiir:
Hikmet ehli. erenlerin sözlerini araştırdım,
Onlardan her vadide, her şehirde bir destan var.
Hepsi de gönül elinden feryada gelmişler
Bu sözlerden şüpheye düştüm
Kendi aklımdan geçtim, acele gönül tarafına sefer ettim.
Onda da hiç boş yer göremedim.
Bu gönül arif ile maruf arasında çok kere sözcülük yapar.
Gönülün ne olduğunu gönül erleri bilir.
Gönülün kadrini her gönülsüz ve ruhsuz ne bilsin?
Gönül hakkında Allah Peygamberi dedi ki:
Gönülden daha iyi, gönülden daha üstün bir şey var sanma!
(M. 206) Kendisinde güzellik olmayan, Hazreti Mu-hammed'in yüzünü Öper, söze başlar ve der ki: Hazreti
Muhammed (S. A.) ve onun yoldaşları gibi ol! Sen kendi sözünü söylüyorsun. Başkalarını anmak, nazar değmemek içindir.
Sen küfür dinle o benim için başka bir anlam taşır. Eğer öyle değilse benimle başkaca hiç bir işin yoktur. Şimdi bir yazı
yazmak, onu tekrar okumak içindir. Ama tekrar okuyamazsan, buna gerek yoktur. Okursan o zaman düşünürsün. Bu, te
harfidir yahut te'dir, yahut üç noktalı se'dir veya sonuncu harf olan ye harfidir. Eğer bu harfleri okumak zevkini kendinde
bulamazsan bu Allah erlerinin gelmesi sana ayıp değildir. Bir hikmet içindir.
Teklif zor değildir ama aceleye gelmez. Neşeli olduğun vakit içinde keder kalmaz. Hoş hutbeler okursun. Ama o neşeli
anlarda olur. O varlıkla dopdolu olunca, vücudu böyle olur. Ben her ne kadar onu kabul ve sözlerini gerçeklemek istersem,
sözlerimden ürker ve bana dönerek, hiç gözünü başını çevirme! Tevhid âleminden sana ne? der. Onun, Allahsının tek ve eşsiz
olmasından sana ne? Çünkü sen onu yüz bin gibi görüyorsun. Sana göre her parçasında başka bir yön, her bir parçasında
başka bir âlem var. Ama sen bu parçaları o bir tek varlıkta toplıyamazsın! Anlayamazsın! O kendi eşsizliğini birliğini tek renkte
gösterir mi hiç? Bu sana sır olarak kalsın ve seni sevindirsin.
Yaptığın secde acaba makbul müdür? Bugün mademki yolu biliyorsun, bir konuk geldiği zaman ona tekrar söyle ki,
nasipsiz kalmasın. Hoş geldin, sefa geldin dersin. Bizim için en iyisi budur.
Birini çalgıcılığa çağırdılar. Ağır davrandı. Ona gel dediler istemiyor musun? Biraz su lâzım ki tencerenin önüne
koyayım der. Arif ateşli işlerde hep suyu yanında bulundurur. Meğerse unutsun. Su hazır değilse tencere taşar yağı uçar,
içinde ne yağ kalır ne de tencere. Pişmiş et gider. Başka bir tencere lâzım gelir. Meğer ki, unutsun.
(M. 207) Adem Aleyhisselâm unutkandı hep, «Ya rabbi! Biz nefsimize zulmettik. Eğer bizim günahımızı
bağışlamazsan, bize acımazsan ziyanlı çıkarız, zavallılardan oluruz,» diye yalvardı, daha başka bir şey demedi başka sözle
meşgul olmadı.
İblis tutturdu: «Ben yaratılışta ondan hayırlıyım,» dedi. Biliyordu ki, insaflılar için özür dilemek gerekiyor. Ama özrü
kabahatından beterdi. Allahyı inkâr etti. Sen bilmez misin ki, ben şeytandan daha iyi bilirdim. Şeytan «Senin izzetin hakkı için
onların hepsini yoldan çıkaracağım, azdıracağım,» deyince bu söz Peygamberleri, velileri, ve •Allah erlerini içine almaktadır.
Çünkü o kendi işini geri bırakmaz. Şeytan kendi işinden nasıl vazgeçebilir? Ulu Allah, inayetini bir tarafa, şeytanı da bir tarafa
koydu. Acaba ne yapacak diye. «Onu benden götürebilirsin ama beni ondan nasıl alabilirsin,» dedi. Terzi demircilik yaparsa
sakalı yanar. O kendi işini yapmalıdır. Yoksa biri demirciye gelip, «Ey demirci bana demircilik öğret!» diye yalvarır, ondan
sanatı öğrenirse o zaman ne sakalı yanar ne de saçı. Sakalı yanmayınca yüz dirhe.m harcayıp orada Lut ve Dolkes
yemeklerine tuz koymazsa hiç işe yaramaz, yerken ağzından dökülür. Ama bolca tuz koyarsa her ne getirirse hep tuz
olur. Ona tuz deseler bile halinden ve manasından tuz olmadığı anlaşılmadıkça tuz denilemez. Onun için hiç bir rl-yazat
korunma ve perhiz zevki hasıl olmaz belki daha karanlık bir hale düşer. Cevher gibi olmaz, belki H. A. M. gelmez ki, onlar
yokken bir şey yapsın. Ancak haberi olanlara haber verir ki, nihayet sende de var. Kuran'da, «Müjdeleyici ve korkutucu olarak
gönderdik,» anlamındaki âyet açıktır. Halk o öğütleri kâh tutar, kâh tutmaz. Ey ulu Allah! Ey efendi! Ey ulu Hünkâr! Ey
kâinatın en yüce sultam!
Ey huysuz, sert başlı adam. Sen benim görünen tarafımdan bile haber veremiyorsun. Ya benim içimi, bâtın tarafımı
ne bilirsin? Ondan nasıl haber verebilirsin? Ey efendi. Ey efendi! Hayır, hayır. Sana hoş ve hararetli görünen her inancı
korumaya bak! Sana soğukluk veren inançtan da uzak ol! Adam odur ki, sıkıntılı zamanında da hoş olur. Gam içinde sevinç
duyar. Çünkü kim bilir ki, senin muradın o muratsızlık içinde birbiri ile sarmaş dolaştır. O muratsızlıkta murat umudu vardır.
Belki o murat içinde de muratsızlık kaygısı gizlenmiştir. O gün benim sıtma nöbetimin günüydü. Ertesi günü sağlığıma
kavuşacağım diye seviniyordum. Sağlam ve sıhhatte olduğum gün de yarın yine sıtma tutacak diye üzülüyordum.
Söylediğin (M. 208) şeyi eğer dün yememiş olsaydım, bugün böyle ağrı çekmezdim. Kendine bu hususta dikkat
etmek gerek. Mert odur ki, herkesi kendi başına yeterli bir hale getirir. Onun olgunluğu bundan anlaşılır. O zaman büyük
adam olur.
O uygunsuz adam, eşekliği yönünden, Tebrizlilere eşek demiş. O ne görmüştür ki? Madem ki bir şey görmemiştir,
haberi de yoktur, bu sözü niçin söyler? Orada, Tebriz'de öyle insanlar var ki, ben onların en zavallısı kalırım. Onlar benim
gibilerini dışarı atmışlardır. Sanki deniz toprağından bir köşeye atılmış gibiyim. Ben öyleyim ya, onlar ne olmuşlardır?
Onlardan biri Herive idi. Horasan'dan gelmişti. Ona orada Şahap derler. O Herive ki, hiç kimseye değer vermezdi.
Benim için, «işte bu Allah eri olgun kişidir. Onunla oturmaktan çok huzur duyarım. Gönül hoşluğu bulurum onda!» derdi.
Seyfeddin-i Zen-ganî kim oluyor ki, Fahreddin-i Razî'ye dil uzatsın. Onun gibi yüzlercesi ha var olmuş ha yok olmuş. Ben onun
mezarına, ağzına... desin. Benim hemşerimdir, ama ne hemşeri. Toprak başına olsun öyle insanların.
Şimdi gel şu sözleri dinle: Her, cim be ile, her be cim karşılaşırsa, bundan, «Bismillah» m Allahın cim'i olduğu
anlaşılır... Ne saçma sözler? Mantık bilgisi inkârla, kapalı sözlerle uğraşır, hali perdeler. Mantık kalmayınca hal meydana çıkar,
imkânsızlık kavramı kalmaz. O mantıki da (cihan farzet, çünkü kalkar.) Bunlar ne tatsız sözler, ne zevksiz, soğuk lâflar! Sözü
o kocakarıdan dinle bakalım ne diyor: Ey sen! Her şey sen! Nihayet aradaki odur. Kocakarı ne, taze delikanlı ne? Erkek ne?
Nerede Cebrail; onların tozu nü bulamaz. Mikailin ne yeri var. O avare akıl bulamazsa başka aklın ne yeri var? Seni bu iş için
getirdiler. Burada sözün yeri yok. Söz alanı dardır. Genişlikten ölür. «Evet dardır,» dedi. Dar demenin ne yeri var. Halk zaman
kazanmaktadır. O vakit zaman nedir ki? Eğer bilsen, kendi oğlunu iki parça edersin böylece ciğerini parçalar, dışarı atarsın.
Sofuya başını kaldır da, «Allahm rahmetinin eserlerini seyret,» anlamındaki âyeti düşün dediler. Sofu dedi ki: O
eserlerin eseridir.
(M. 209) «Bir kişinin yiyeceği iki kişiye de yeter.» Ama öteki bir kişi kim? Eğer o Muhammed Aleyhis-selâm ise onun
yemeği, nimeti iki cihana da yetişir. O.şey ki, yüzü hayra ve iyiliğe dönüktür. O bütün bu şeylere inanırsa hayırdır. Hayır
olur ama şüpheci olur ve insanı şüpheye düşürürse Hazreti Peygamber Aleyhisselâm halkı kendisine uymaya davet etti.
önce buna lüzum görmüyordu. Şimdi de öyle oldu ki o çağrıya kimse gelmedi. Nerede 8 Sofi ki, kaygısız yemek yesin, balığı
balığa versin. Adam odur ki, yüz adam onunla birlikte yokluk âlemine gitsin. Yüksek sözler söylerim hiç kimse
kımıldanmaz. Çulha hikâyesini anlatırım kendilerinden geçer, nara atarlar. «Acaba eksik miydi ki, cehennemde
kaldı,» dedim. Ama kuvvetli kâfirlik gerektir ki Allahnın kahir sıfatı olan cehennemde sonsuzluğa kadar kalsın.
Şiir:
Gözüm her gelip geçene bakmakta
Rast gelen her yere sıçrayıp durmaktayım.
Her kim bana bunu söylerse öyle olayım. Bundan başka her ne söylerse bu güfteden bir bölümdür.
Peygamber, «Ne mutlu beni görene, ne mutlu beni göreni görmüş olana,» buyurmuştur. Şeyh bana de di ki: Eğer. o
defteri tavandan aişağı indirirsen daha sağlam durur. Aşağı indirdim benden sakladı. Yani tamamladı.
Yukarıda kocakarı yalan söylüyor demişti Ahme-di Gazâlî. Uzaktan bütün Peygamberlerin ruhlarını gözden geçirdim;
geçip gidenleri birer birer çözdüm. Hazreti Muhammed (S. A.) mübarek ruhu aralarında yoktu. Çünkü o ölmemiştir. Bu yoldan
söylüyordu. Keramet odur ki, bir ağaç parçasına yürü deyince ağaç hemen yürümeye başlar. Mimber de o anda yürümeye
başlar. Ondan bir parça yere düşünce sana söylemiyorum ey mimber yerinde dur desin.
Dedi ki: Ey Mustafa! (S. A.) Benden niçin yüz çevirdin. Peygamber buyurdu ki: «Sen niçin benim kardeşimden yüz
çevirdin? Eğer ben ona yüz döndürürsem sen de bana tekrar iltifat buyurur musun?» Evet buyurdu: Eteğine bir avuç kuru
üzüm koydu. (M. 210) O henüz Hazreti Muhammed'in huzurunda iken, tekrar onu inkâra kalkıştı, îçerden şeyh seslendi: Gel.
Nihayet kaç kere çerez geldi. Tabağı ona gösterince, eteğindeki kuru üzüm kaybolmuş, tabağın içine dolmuştu. O da artık
Müslüman olmuştu.
Şeyh Muhammed'in işi üstadının yanında artık bitmişti üç kere o güzel çocuğu çağırması için onu gönderdi, gelmedi.
Çünkü içinden ona engel oluyordu. Fakat dış görünüşte onu boyuna gönderiyor ve çağırıyordu.
Şimdi ona niçin bağlanıp kalıyoruz? Bir güzel yaratalım. Ama o, sana puta tapma sebebi olur! Havaya bir çamur
parçası attı, güzel suretler belirdi. Oh dedi, onun yaratılışından Hüseyin'in kokusu geliyor. Hemen suretler meydana çıkınca
kavgaya başladılar. Güzel sanatlardan olduğu için sordu: Onun yaratılışından Hüseyin'in kokusu geliyor ama neden hemen
kavgada şehit oldu. İyi insan odur ki, hiç kendi varlığı ile uğraşmaz. Hoşlandığı şeye erişemez. «Yarabbi, beni salih kullar
arasına karıştır!» diye dua eder. Ama o, bu salihlerle beraber olmaktan ne istiyordu.
YAZIŞMALAR, MEKTUPLAR
Mevlâna'ya malûm olsun ki, bu zayıf kul, hayır dualarıyle meşguldür. Burada artık bütün insanlarla ilişkimi kestim.
Her birinin hali, sizce de bilinmektedir. Buradaki dostlar da saygılarını sunuyorlar. Bunlar arasında aziz, diri gönüllü bir derviş
var ki, Mevlâna eğer onun halini bilselerdi, ona tazim ve hürmetten başka bir nazarla bakmazlardı. On yıldan fazla bir
zamandan beri duacınız burada, onun meclisinde aşinalık ve dostluk gördüm. Şam'a gittiğimiz zaman orada da dostluğunu
açıkça gösterdi.
Şimdi bu sene, Arakliye karışıklığında, Celâleddin'in oğlu Kadı Şahabeddin de buraya gelmişti. Bir köşede kendi
âleminde meşguldü. Şam'a gittiği zaman, eski dostluk gereği olarak veda için uğramıştı. Birkaç gün beraber kaldık. Başkaca
bazı hadiseler oldu. Buluşmamız sırasında gördüğümüz rahat ve huzur ve candan muhabbetin derin izlerine şahit olduk. Ben
onunla öyle anlaştım ve kaynaştım ki, eğer o bir tarafa giderse ben de giderim; çocukları yerlerinde bırakırdım. Çünkü o
yanımda olmadan yaşayamam. Yüz türlü kurnazlık yalvarma ve hilelerle, hizmet yolu ite onu burada alıkoyduk. (M. 211) Bir
münasip kadınla birleştirmek ve evlendirmek vaadiyle, onun burada yerleşmesini sağladık.
Dün Perir geldi, değişik bir halde idi. Büyük bir medresenin kapısından geçiyordum, gönlüme bir tiksinti geldi,
"Tokat'ta geçen bir hadiseden üzüldüm," dedi. Bir topluluğun, onun hakkında, hakikatte yalancı ve hasetçi insandır, dediklerini
işitmiş. O yüce dergâhtan ümidimiz bundan fazla bir şey değildir. Bari gönül almak, fıkarayı okşamak gibi elden geldiği kadar
onun hatırını hoş etmeye emir buyursunlar ki, o kırgınlık ve küskünlük tozları hatırından uçsun. Dervişler ve azizler arasında
böyle bir derviş çok az bulunur, çok zor ele geçer. Duacınız, taklitçi değildir. Bu meclistekiler de bu arık kulun sözlerini
işitmişlerdir. Ben bir çok aziz derviş gördüm, onlarla sohbette bulundum. Yalançı ile gerçek erler arasındakj farkı hem, sözleri
yönünden , hernde davranışları yönünden anlarım. Çok beğendiğim ve'seçkîn kimselere de rastlarım. Benim gönlüm her
gördüğüne baş eğmez, Bu gönül kuşu her daneve eğilmez. ŞimurgHuma kuşu, bütün kuşları..yüksekten seyreder. Onların
himmetsizliklerini, soysuzluklarını görür. Ama doğan kuşunda ayrı bir himmet görür, onda bir cevher, bir gönül alçaklığı
bulur, ona iltifat gösterir, onu beğenir. Çünkü ötekiler bir saat uçar, sonra alçaklara konarlar. Doğan 'da her ne kadar
Simurgu görecek kuvvet .yoktur, ama Simurgun nazarının etkisi .ile.. doğan, kendisinde bazı üstün vasıflar.görür.
Avcının biri aslan avlardı, köpeklerde havlardı. Avcının köpeklere bağırtıp ürkütmemeleri ve ormana kaçırtmamaları
için seslenmesi gerekirdi. Siz de, şimdi aslana yakın geldiniz, uzaktan ne baş ağrısı veriyorlar? Bir silleye bile lâyık değillerdir,
namazdan da el çekiyorlar
Rabiai Adeviye dedi ki: Gönlümü dünyaya gönderdim ki dünyayı görsün. Sonra tekrar mâna âlemine git dedim; bir
de mana’yı gör. Bana bir daha geri dönmedi.
Bilmiyorum ki, o sözü onlara nasıl ulaştırayım da sırlardan söz açayım. Ama söz arasında sen çok duygulanıyordun,
sana garip bir hal geliyordu. (M.212) Büyüklerin sözlerine itiraz ettim, ama Mustafa Aleyhisselamın sözüne asla itirazda
bulunmadın. Bu bir dairedir ki kapısı, ağzıda budur. İçinden dolaşırsan, daireyi dışından dolaşmış gibi olursun. Eğer kaçacak
yerini bulursan, geri dönersin.
Dairenin çevresini kendi kendine dolaşırsın, vazgeçersen yolu daha çok uzatırsın. Eğer o kurtuluş noktasından
geçersen, hep çöllere düşersin. Yokluk ve ölüm yolunu tutarsın.
Bütün bunları söylüyorum ki, bir lokma gibi ağzına koyaşın. Onlar, lokmayı kulaklarının ardından, yahut
boyunlarından ağızlarına koyalım diye etrafta dolanırlar. Ama, damarları patlayabilir, yahut da bizim bir şeyler söylememizi
isterler.
Başın kararlı olsun. Diyorsun ki, Hazret İbrahim 'in annesi o ergin kadın başını havaya kaldırmış, Allahya
yalvarmıştır. O İbrahimin annesi idi. Sende de hayırlı niyet varsa, Allah senin işlerini düzeltir. Yedi yüz bin kişide ancak bir
kişi senin meclisinde feyz almadan ışık saçabilir. Ancak öteden beri âdet böyledir, ferman böyledir. Allah sözü haktır,
değismez kanundur Bazıları söz söylerken kendilerini kepaze ederler. Onlar, bİzi ne kadar çirkin görürler. Eğersen güzelsen
bizden vazgeç. 0 Söz söylemeye, başlayınca susturmak gerek. Yoksa söyler de söyler, patlayıncaya kadar söyler. Çünkü
başlangıçta onun işi gücü budur. O Seydî şöyle söyledi diye anlatır. Falan ve senin karının falan arkadaşı, Seydî'den, bütün
Bağdat halkından ta Halifeye kadar, bırak Halifeyi, Bağdat'ta ne kadar zembilli, ne kadar Halifenin adamı, hattâ suya düşmüş
varsa hepsi de seni dinlemeye can atar. Çünkü sen söyleyince maksattan uzaklaşıyorsun. Kendini gayeden uzaklaştırı yor, çok
uzaklara koşuyorsun. Sevgili .her gün. karşına. sen onu karşılayacak yerde geri kaçıyorsun ki, o da geri kaçsın
Biz Musa'nın. "Yarabbi kendini bana göster," dileği hakkındaki sözümüzü başka bir mesele dolayısıyle söyledik. Yoksa
ayrılık mümkündür demek için değil Eğer o, aslan avcısı ise ve insan kokusu almış ise başkalarından gizlenir. Padişah çocukları
yalnızken ne yaparlar? Her ne kadar onlar memleket halkından ayrı yaşarlar, ama halk içine çıktıkları zaman da halktan
kendilerine verilmiş olan o ululuk mertebesinin mânası onlarca daha belirgin anlaşılmış olur.
(M. 213) Bir vakitler, dünya hikâyesi bana pek tatsız gelirdi, bütün gün, müminler emîrinin huzurunda, düşmanlar
kötü şeyler söylerlerdi. Kabul etmezdi. Kendi kendine, "Şunları bir sınâyalım, bir sınavdan geçirelim; dedi. Birine şöyle
sordu: .Kur'an'da buyurulan, "Onlar sağırdır, dilsizdir, kördür,'' sözlerinin tefsiri kâfirler hakkında mıdır? "Hayır" dedi "O senin
hakkındadır." Halife incindi kendini tutamadı. "Bu adamı götürün, hûcreye atın," diye emir verdi"' Amâ o simya ilmi bilirdi,
oradan sıçradı, kurtuldu. Sonradan dellallâr üst üste bağırmaya başladı; O adamı kim yakalarsa bin dinar verilecekti. Adam
bir dostunu gönderdi, Ben onun yerini biliyorum diyesin," dedi. Zaten kaçak onun evindeydi. Adam saraya gitti. "Benim
elimden şerbet içer misin?" diye sordular. Adam, "içmem, ama korkudan ölürüm',' dedi. "O halde halvet olsun," dedi. "Saray
halkından hiç kimse bizim konuşmamızı duymasın; gönül hoşluğu ile onu buraya getirsinler, ben onunla birlikte yemek
yiyeyim." Lokmayı onun ağzına koydu. "Sen benim karım olursun, o bizim adamımızdır," dedi. Yavaş yavaş elini onun
çenesinin altına götürdü. "Bunun nişanı şöyle olacaktır. Sen benim karım olacaksın, tam bu saatte birlikte dışarı çıkacağız,"
dedi. Birbiriyle şakalaşarak çıkarken elini onun şalvarına uzattı. Halife yerinden sıçradı yumruğunu kaldırdı, o hemen şu cevabı
verdi: "Görüyorsun ki, sağır, dilsiz ve kör olan sensin. Benim maksadım seni kızdırmaktı, yoksa ben ne yapayım? Birtakım
oğlanlar toplanmışlar bana düşmanlık yapıyorlar. Hangi oğlan? Nerede o oğlan?"
Üzümün bir zamanı vardır içi kıs ona ziyan verir. Ondan sonra korku kalmaz. Üzüm asması kar altında kapalı kalırsa
orada beslenir. Rûm diyarında hiç dilenci yoktur. Sen yanlış gıda alıyorsun, hep ekmek yiyorsun, şüphesiz ki ağırdır diyorsun,
yoksa o çok ucuzdur, önce balık su tarafına giderdi, bu saatte her nerede bir balık yürürse oradan su da akar. Ömrün gölgesi
üzerine düştükçe şeytan kaçar, onun gölgesinde yaşar."Sizin himmetinizle," dedi. Onda şan vardır, diye Senâî'yi yermeye
başladı ve dedi ki: "(M. 214) O oturmuş tevhid ediyor. Tevhidi kime ediyor? Tekrar bir vakitte şahadet getirirdi." Onun sözüne
göre bu yollardan bu umutlardan maksat nedir? O nakıştan hangisi çirkin hangisi güzel diyorsun? Bunu neden kabul
ediyorsun? Onun sözlerinden bazısı iyidir diyorsun! Etin, şarabın, karpuzun değeri, bedenin sağ veya hasta olmasına göre
değişir. Beden sağlam ise bunlar yararlıdır. Hasta ise Bazen zârârlıdır. Bundan dolayıdır ki hastaya etten perhiz etmesini
tavsiye ederler. Doğan kuşuna şundan ötürü bâz demişlerdir: Şahin yanından murdar tarafına gittiği zaman orada durmaz,
tekrar Şahın yanına döner; eğer o geri dönmez ve rastgeldiği leşin yanında kalırsa, ona bâz, yani doğan demezler. Doğan
burada yaşantının ve temaşanın remzi'dir.
Şan ondadır, dedi. Bizim himmetimiz ya vardır, yahut yoktur. İslamın gözü üzerindedir. Görüyorum kî, Eminüddin
Mikâil sevimlidir. Sevimlidir, çok sevimli. Devlet büyüklerinin onun makamına gelişi şuna delildir ki, o gayıp âleminin uluları, o
velilerin gayıp alemindeki ruhları birlikte gelmiyor. Bu ilk işin deliliydi, ama olgunlaşınca o hal kalmadı. Hem bu taraftan gelir,
hem o taraftan gelmez. Bir cemaate geç geldi. "Namaz kılındı mı?'' diye sordu. "Evet,"dediler. Bir "ah” çekti. Oradaki bir Allah
eri, “ah!" dedi "bütün ömür boyunca kıldığım namazları sana vereyim sen o ahı bana ver." Dedi ki; "Bak ki bu ne işarettir.
Onu söyleyen' dosttur. Şüphe yok ki, dünya ile ahiret bir araya gelmeyen iki hemşiredir. Onda hemşirelik kalmadı, o halini
değiştirdi. O babalık dıştan olunca, hemşirelik kalmaz. O hal değişmesi ölümdür ve o hemşireyi boşamaktır. Yine “Halk
uykudadır, öldükleri vakit uyanırlar,” buyurulmuştur. Böyle bir ölüm nasıl olur?
Hazreti Muhammed’e (S.A.) uymak ona derler ki, o Miraca gidince sende arkasından yürüyesin. Çalış ki gönüllerde bir
yurt kurasın. Dünyayı istersen ziyanlı çıkarsın, belki sebeplerini aramış olursun. Dini de ararsan hiç ziyanlı çıkmazsın,Hakkı
arar, Allah erlerine hizmet yolunu tutarsın!
Mısra:
Sana yoldaşlık eden senden üstün olmalı!
Bahaeddin Sultan Veled, rüyasında bulanık bir suya düşmüş, bana, "Aman elimi tut," demiş, tutmamışım. Orada dalıp
gitmiş. Uyanınca kendi kendine demiş ki, "Eğer ben söylemeden gördüğüm rüyayı bana anlatır ve yorumlarsa bu rüya onun
makammdandır. Eğer söylemezse bana ait bir rüya sayılır." (M. 215) Ta dilimin ucuna geldi, ama söylemedim.
Muhammed ümmeti kırık gönüllü olmalıdır. Daha önce gelip geçen ümmetlerin tenleri kırıktı, sonra gönül kırıklığına
ulaştılar.
Enel Hak (Ben Hakkım) diyen Hallac, doğru dürüst kendini kurtaramadı. O Muhammedi idi, gönlü kırık bir
Müslümandı. Amma, Rabbim en büyüktür, demekle yetinmedi. Şimdi Ayazın çarığından çarık kalmadı. Onun yapıldığı deriden
deri de kalmadı. Onun niyazı hep naz oldu. Çünkü sevgilinin kokusunu aldı. Sevgili ise hem nazenin' dir, hem nâz'dır. O bir
deri bir kabuktur, ama nitelikleri vardır.
Alâeddin! Gönlüm istiyor ki, bu sözleri sana açıklayayım, yorumlayayım. Böylece remz ve işaret yoluyla konuşuyorum
ben. Bu yaptığım belki edep dışıdır. Sizin karşınızda bunları yorumlamak, edep dışıdır. Ama madem ki bunu benim
küstahlığıma bağışlıyorsunuz, şimdi anlatayım: Suyun kaynağı birdir. Ayrı, ayrı yollara, arklara ayrılmıştır. Kâh suyun hepsi bu
yoldan, kâh öteki yoldan akar.
Zaman olur ki, bu yoldan akan su öteki yolu boşaltır, kendi yoluna geçer; kâh o yoldan gelen su, bu tarafa akar. işte
bu yollardan ve çeşitli arklardan geçip de suyun kaynağına gidenler ondan içerler, içine dalarlar, ıslanırlar. Onlar artık o
dallardan ve onların kökünden, kaynağından kurtulmuş olurlar. Ağacın dalına binenler, dalı kırar aşağı düşerler, ağacın
gövdesini yakalayanlar ise bütün dalları elde etmiş olurlar. Sevgilinin yurdunda, keyfleri yerindedir. Yerler, içerler, akıldan
geçerler; ama sevgilinin evine yol bulamazlar, sevgiliye de kavuşamazlar. Yüksek akıllı ve düşünceliler nasıl olur da istemezler
mi ki, herkeste de bu akıl bulunsun? Biri filozoftur, ben akla uygun söylüyorum, der. Onun bu ilâhi akıldan haberi yoktur.
Tekrar ona gittim, evet, dedim, sizin insafınızı, söz üstadı olduğunuzu, alçak gönüllü davranışlarınızı çok kere övdüm.
Onun söz dinlemekteki edepli davranışını, onun güzel güzel dinleyişini anlatınca sustu.
Hamamda daima şeytan vardır. Şimdi bu hamamda hep melekler toplanmış, Mevlâna kıbleye döndü, bu kıble asla
hali değildir, buyurdu. Onun işi nedir; kıbleye yolculuk yapmaktan, hac ve Kabe ziyaretinden başka ne yapar? Siz yanlış
kıbleye yönelmişsiniz. Hazreti Peygamberi (Allanın selât ve selâmı üzerine olsun) on ikinci görüşünden sonra tekrar rüyasında
gördü ve dedi ki: "Ey Allah elçisi! (M. 216) Her Cuma gecesinde kendini bana gösteriyordun, bu müddet içinde beni susuz
kalmış balık gibi kurtarıyordun!" Hazreti Peygamber, "Taziye ile meşguldüm," buyurdular. Sordum: "Ne taziyesi?
Yâresulallah!" "Kendi ümmetimin taziyesi ile," buyurdular. "Bu iki yıl içinde ancak yedi kişi yüzlerini gerçek kıbleye çevirmişler
ve bana gelmişlerdir. Başka hiç kimse yoktu. Geri kalanların hepsi yüzlerini kıbleden döndürmüşlerdir." Şimdi bu sözde gizli
bir mâna vardır, işte bu, "Onun yorumunu ancak Allah ve bilgide uzman olanlar bilir" (K. 3/7) anlamındaki âyetin açık bir
misalidir.
İşte Bayezid de nefsini arıklaşmış gördü. Ona, "Neden böyle arıklaştm?" diye sordular. "Tedavisi mümkün olmayan
bir hastalık yüzünden," dedi. O yüzdendir ki, "Halk gelip senin önünde secdeye kapanıyor, sen de kendini o secdeye lâyık
görüyorsun," diyen kişiye şu cevabı verdi: "Amma nihayet sen galipsin, benim seni mağlûp etmeye gücüm yetmez." Bayezid,
ölümü sırasında zünnar (papaz kemeri) istedi, onda ne sır olduğunu anlamak istedi. Hazreti Yusuf da, dua ederken, "Yarabbi!
Beni Müslüman olarak öldür ve salih kulların arasında bulundur!" (K. 12/101) diye yalvardı. Sen neden korkuyorsan ondan
sakın! Nefis, gönül kırıklığı yoluyla, biliyorsun ki, yemiyorsa da istemiyorum der. Cefa görmüştür. Ama nasıl bileyim kabul
etmem. Ama onu ilim ve anlaşma yoluyla elde etmek gerektir. Yeter artık açıkladın, açıkça gördün. Şimdi Mevlâna'yı gör. Eğer
yüce Peygamberin, "Alimler, peygamberlerin mirasçısıdır," sözlerindeki mânayı anlamak istersen ona dair bir şey
açıklamayacağım. O ibadet zevkini gördün, sanki kendi değerini buluyorsun. Gerekirdi ki sen onu görmeden bulmadan ilâhi
âleme dalıp gidesin; ondan daha büyük, daha yüksek birini bulasın.
Allahü Ekber! diyesin. ibadet bundan ibarettir. Senin hayaline gelen düşünceleri, vehimleri söküp atmaya bak! Bunlar
senin düşüncelerindir. Gözünü daha yüksek âlemlere çevir ki, O, bütün akla, hayale gelen şeylerden daha yücedir.
Peygamberlerin, kitapla gönderilmiş nebilerin de tasavvurlarına sığamayacak kadar büyüktür. Bir aralık dediler ki, her şey
haktır, halk yoktur. Ama eğer halk. olmasaydı söz harfsiz, sessiz bir şey olurdu. Hakkın olduğu yerde harf ve ses yoktur.
Adamın sözüne güleceğim geldi. Bana, mazur gör, arkam sana dönük, diye bir lahavle çekti. O halde, senin önün de, arkan da
aynıdır, yani yırtılmıştır, dedim. (M. 217) Halktan bazıları, "Allahtan başka ilâh yoktur," diyerek bunda tartışmaya başladılar.
Bu her ikisi, bu her iki düşünce sahibi görüşsünler diye dergâha gittiler. Ama oraya yüz yıl da gitseler ancak kapı halkası gibi
daima dışarda kalırlar. Aciz ve zavallı bir halde geri döndüler. Bu Şemseddin, ne çocukça bir adamdır! Kendini çocuk yerine
koyan adam başka, sersem insan daha başkadır. Nihayet kıyamete kadar hiç kimse sersemlik etmemelidir.
Mevlâna'nın hiç müridi yoktu. Ancak oğulları hem evlât, hem de mürit idiler.Eğer başka bir zaman,dün gece
söylediğim hikâyeyi söylemiş olsaydım, bize gücenirdin. Ama şimdi gücenmenin ne yeri var? Bu gün aydınlık içinde aydınlık
var. Önce, âşık mıyım diye soruyorsun, uzun boylu ısrar ediyordun. Ben onu öyle okşuyordum ki, sen, ne güzel yaptın
diyordun.
Diyorum ki, Mevlâna ilimde, fazilette deryadır. Ama asıl gönülalçaklığı ve cömertlik, zavallıların sözlerine kulak
vermektedir. Ben de biliyorum, herkes de bilir ki, o, düzgün konuşması, üstün bilgisi ile ünlü bir kişidir.
Padişahın biri, kendini beğenmişlerden birini halifenin yanma gönderdi. Ama adam dosdoğru konuşan, üstün zekâlı
bir insan değildi. Onu nasıl gönderir? O ayrı mesele. Halife biran bile zavallının sözlerini dinlemez. Derviş debir söz
söyleyemez. Şimdi neticede huzurda gerekli olan şeyleri söyledik. Onları aldattım, falan zatın ziyaretine gitmeye karar
verdiğimi söyledim. Bana, Mevlâna geliyor dedi, onun keremi, cömertliği herkese açıktır. Ben geldim, daha yüz binlercesi
gelse yine öyledir. Ama bu duacıya henüz bir şey erişmedi. O da hırka sahibiydi, ben de. Nasıl olur ki, onunla geceleri
gündüze eriştirirsin, ama benimle ancak bir saat oturursun?
Önce hoş geldin ey olgun şeyh! Yani, bu sersem zahitlerdendir, derdi. Sonra da, o, bilgin ve yetkili adamdır, diye
öğerdi. Ben diyorum ki, ey Melâna, bu sizin iltifatınız ve kereminizdir. O bu hitabın ve ululamanın benim için olduğunu bilmez.
Bu kadar bilgisi ve üstün kişiliğiyle beraber o kâfir olacaktır. Sen de Müslüman. O söz ona zehirdir. Eğer o söz bir Müslümanın
kulağına düşerse, ona beş bin peygamber hadisi bile fayda vermez. (M. 218) Zikir kabul etmez. Meğer bir insan başka bir
kuvvetle ona işittirsin. Şimdi ulu Allah, bu ay içinde hâzır ve nazır da öteki aylarda gafil ve gaip midir? Hangi ay hâzır ise onu
o zaman analım! Ne iyi! Bir avuç ahmak böyle düşünür! Ama uymak gerek. Bu da bilinen bir şeydir. İşaret etti, kalk gel, dedi.
Başını kaldırdı. O bir sığıntı idi. Nereye? dedi. Allahın cehennemine! Başıyla tekrar işaret etti, başını salladı, gel, dedi. Kalktı ve
gitti. Diyelim ki, bir uygunsuzluk oldu; o benim sırrımdır, Sen benim sırrımın kâhyası mısın? Hele şuna şaşıyorum: Sen niçin
geldin? Şimdi kimyayı bana verirler. Kimyayı bana gönderin de, üst tarafını siz bilirsiniz. Ona zikri öğretti, böyle olur diye
anlattı. Ona daha nasıl bakayım. Gönül sahibi olan kimse bu güzel şakalardan hoşlanır, ama o kimse ki cihan kendisine güler,
yani âleme gülünç olmuştur; o, başkalarına nasıl güler, neye güler?
Hazreti Peygamber, "Ben şeytanımı Müslüman ettim," demedikçe kimse ona iman etmedi. Şehir ağası, ihtisap ağası,
önce kendi evinden dışarı çıkmalıdır ki, başkalarına söz geçirsin. Sen acemilerin yüzsuyunu götür ki, acemilerin yüzsuyu
olasın, dedi. Bu iki temele dayanır. Dedi ki: Onlar köpeklerdir. O ise, Âdem evlâdıdır, onun bunlarla ne ilgisi var?
Dedi ki: Muhammed'in yüzüsuyu hürmetine Allah beni kurtarır. Biliyordum ki, onun yola gelmesi ondandır. Onu
şaraptan vazgeçirmek istedim, kabul etti. Ona dedim ki: Bari Cuma gecesi içme. Öyle yaptı. Cuma gecesi filân kişi onu içmeye
çağırdı. Hayır, dedi, bana işaret ettiler. Onun o cevabı, hesap ettik ki, Ramazan ayma rastlamıştı. Ona, işte Ramazan geldi,
dediler. On iki ayda bir geliyor. Mübarek! Sen ise senede on iki ay içiyorsun. Evet, dedi, ben Ramazan'ın kim olduğunu
bilmediğim için sizin aranızdan avrıldım.
Sevgiliyi sevgilisinden (karıyı kocasından) ayıran kimseyi Allah da kendisinden ve kendisini sevenlerden ayırır.
Muhammed Gazalî, Allah rahmet etsin, Ebu Ali Sina' nm Elİşârât vetTenbihat adlı eserini Ömer Hayyam'a okuyordu.
O, çok üstün yaratılışlı, erdem bir insan olduğu için hep kötülemek isterler. Oysa, İhyaûlulum'uddin adlı eserinde Gazalî,Ibni
Sina'dan faydalanmıştı. (M. 219) Onu tekrar okuyor, Hayyam'a hâlâ anlamadın mı? diye işaret ediyordu.Üçüncü kez okudu.
Mutriplere, çalgıcılara, davulculara seslendi. Ta ki, Gazalî karşısına gelsin, çalgılar çalınsın da, ona okuduğu şeyin faydalı
olduğu herkesçe bilinsin.
Şiir:
O kimse ki, bütün lâfı Enel Hak, yani ben
Hakkım'dır, Şüphesiz ki o zavallı, bu ip ile asılır.
Onu öyle elimin altına alayım, öyle aciz bir hale getireyim ki, böylece hep benim elimde olsun. O, fesahatte, söz
ustalığında zamanının en uzmanı olmuştur, şaşılacak derecede yetkili bir konuşmacıdır. Allah erlerinin gönülleri çok geniş ve
engindir. Felekler kadar uçsuz bucaksızdır. Bütün felekler onun gönlünün altında döner.
Bir gün semâ ayini sırasında bir mürit, Şeyh Şahabeddin'den bir beyit söyledi. Şeyh, derhal azarladı, boynun kopsun,
dilin kesilsin, dedi. Orada kimsenin bir beyt söylemeye cesareti yoktu. Oradaki Hak, kendini göstermiş ve perdeyi atmıştır.
Orada herşey göz kesilmiştir. Dilin ne yeri vardır? Her kimde böyle bir hal belirmeden gelirse, şüphe yok ki rezil olur, pislik
yuvası gibi dolu olur; güzeller arasına karışmış çıplak zenci gibi kepaze olur gider. Hava ve heveslerle, şehvetle dolu insanlara,
orada yer yoktur. Ansızın gördüm ki, şamdanın içinden fışkıran güneş gibi bir parlaklık göğsüme doldu. Bey şöyle bir başımı
çevirdim. Gördüm ki, sarığım yere düşmüş; o kendi sarığını tuttu; sanki ben kendime bakıyorum ve o aydınlıkta bütün kan
damarlarımı, sinirlerimi,kemiklerimi ve kendimdeki mânaları görüyordum;başka hiç bir şey göremiyordum.
Kutsal hadiste, "Ben iyi kullarım için öyle bir şey hazırladım ki, ne gözler görmüş, ne kulaklar işitmiş, ne de insanın
kalbine doğmuştur,"anlamına gelen bir müjde vardır. Hele şu, "Gördüğünü kalbi yalanlamadı" (K. 53/11) anlamına gelen âyet
bundan daha kuvvetlidir. Bundan biraz geçtikten sonra orada yalancılıktan bahsettiniz. Bir perdenin delilidir bu. O, Kur'an'da,
bu da kutsal hadiste işaret olunmuştur. Kur'an'da, sırdan pek az bahsedilmiştir. Cihanda yaygın bir mısradır bu.
Mısra:
Gece dolanır cihanı seyreder, parmakla gösterilir.
Hatırımdan geçti: her pınardan su içmemelidir. Bizim aramızda ayrılık olamaz, nasıl gidebilir? dedi. Ama, inşallah
Allah dilerse, demediği için hoşuma gitmedi. Evet, mademki söylemedi, sen Şeyh Muhammed'e yakışırsın dememin sebebi bu
idi. (M. 220) Dostluk onun dostluğu idi, ama asıl sebep başka idi. Bana geldiği vakit bir kadeh doldurdum. Ne içebiliyor, ne de
dökebiliyordu. Gönlüm onu bırakmaya, geçip gitmeye razı olmuyordu. Başkalarına yaptığım gibi yapamadım. Tövbe et, bu
huydan vazgeç dedim. Mecaz, hakikat'in köprüsü, hakikat de mecazın köprüsüdür. Bu gece, eğer gelmeseydim, aramızdan bir
şey eksilecek, yok olacaktı. Bu halde, yabancılık girecekti araya. Biz eğer bu halin dışında, geceleri, ayrı ayrı yatsaydık,
korkusuz yatardık; ama bu durumda da iş böyle olacaktı. Sen, derviş sözünü aklında tut. Gerçi o sana sebebini söylemez.
Allah yolunda kalbini ve malını bağışlar. Çünkü dünya bir köprüdür. Ancak köprü harap ve ateş içinde yanarken öyle bir köprü
üstünde binalar yapan güven içinde olamaz.
Kadınlar hakkında demişlerdir ki: Onlara danış, ama düşüncelerine aykırı davran. Onlar gerçekte böyle yaparlar.
Şimdi bu dünya da kadın cinsindendir. Onu bayındırlaştırmaya, süslemeye ne uğraşıyorsun? Gerekli olanı al, o kadar yeter
sana!
Sema!a başladığın o saatte, sana, başın çok dönüyor mu? diye soran oldu mu? Muhammed, dur, dedi; onu bir an
durdurdu. Ansızın bir gürültü duyuldu, yere düştü ve başı yarıldı. Başından fırlayan kan binanın tavanına çarptı. Şeyh dedi ki:
Eğer bizim evlâtlarımızdan olmasaydın pabucunu başıma koyardım. Çocuklar top ve çelik çomak oynarken namaz kılınan yere
de atıyorlardı. Hemen oradan kaçarlardı; kaç kere bunu tecrübe etmişlerdi, bilirlerdi. Bu Muhammed de çeliğe vurunca, namaz
yerine sıçrattı; işte şimdi beni öldür, diye özür dilemeye başladı. Gülümsüyordu; bunu ne ile ispat edersin, dendi.
Aşık olacaksan bir güzel ara! Tam bir âşık değilsen o güzelden daha başka bir güzel bul! örtü altına gizlenmiş ne
güzeller vardır.
Mısra:
Başka bir alıcı daha vardır ki, ona kul, köle olursun!
Evet, rahatsın, bağımsızsın, gamsız ve hür yaşıyorsun. Ekmek lâzım, elbise lâzım, ama bu kulun böyle bir düşüncesi
yok. Büyük efendi, benim yiyeceğimi de, giyeceğimi de sağlamaktadır. (M. 221) Onun için ekmek sevgisi nedir ki? Kur'an'da,
"Israrcılar şeytanın kardeşleridir" buyurulmuştur. Israfçılar, savruklar, sade meyhaneye gidenler, orada nice paralar sarf
edenler değildir. Onun ne değeri var? Asıl israfçılar, değerli ömürlerini, sonsuz mutluluk sermayesi olan o hazineyi boşuna
harcarlar. Bu işte bir ceza korkusu olmasa bile böyle bir cevheri taş altında parçalayarak yok etmek ne demektir? Buna
acımaz mısın? Bütün delillergüneşin bir gün batacağını sana söylerken, artık bu hava ve hevese kapılıp da gaflet içinde
uyumanın ne yeri var? Seni uyumak için mi buraya getirdiler?
Şimdi anlaşıldı ki, bu cevher herkeste yoktur. Ancak, onu öğütlerle öyle göstermek gerekir ki, herkes inancından
başını sallasın. Sen daveti, çağrıyı herkese karşı yaparsın. Bazılarının yürüyecek ayakları yoktur, kiminin de ayaktan haberleri
yoktur. Ayakları uyuşmuştur, ama hepsi birden kımıldanınca, ondan bir pay alırlar. Elbette ona uygun hareket edenler
faydalanırlar.
Nasıl ki; Hazreti Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Bu nurdan kendilerine erişmiş olanlar, şüphe yok ki, ondan
aydınlanırlar. Ama bu, bütün bir topluma erişmez. Ne mutludur o kimselere ki, benim yolumda yürürler." Yani biri burada bir
hizmet yaptı, başaramadı diyelim; o başka bir yerde hizmet yapmalıdır. O, hizmette duraklama olur, dedi. Dedi ki: Vakit
onunla birlikte bulunur. Çünkü vakit, bir dönüşün eseridir, istiyorum ki, hamama çokça gideyim ama faydasını görebilmek için
çabuk çıkmak ve çağrılan yere gitmek gerek. Bana, hamamda çok oturmak gerekiyor ki iş tamam olsun. Çünkü kirler
yumuşar. O zaman, eve nasıl döner, o kirleri nasıl geri götürebilirim? Gerektir ki, bedenin kirini evden hamama götüreyim;
yoksa hamamdan kirli çıkmak neye yarar? Beni serbest bırakırlarsa böyle yaparım. Benim işim böyledir. Bunlardan konuşmak
hoş değilse de, biraz olsun işaret yoluyle söylüyorum.
Bir Yahudi ile bir Hıristiyan ve bir Müslüman arkadaş olmuşlardı; yolda para buldular, onunla helva yaptılar. Ama,
şimdi erkendir, dediler; yarın yeriz, sonra zaten pek az. Helvayı, tatlı uykuyu rahat uyuyan yer. Onların maksatları Müslümana
yedirmemekti. Ama Müslüman gece yarısı kalktı. Uyku ne gezer onda; âşık ve yoksun zavallı. Uyku ne zaman olsa uyunurdedi
ve bütün helvayı temizce yedi. Hıristiyan sabah üzeri kalktı, Isa gökten indi beni göklere çekti dedi. Yahudi, Musa da beni
cennetlerde dolaştırdı; oradaki acayip şeyleri seyrettirdi,dedi.(M, 222) Müslüman dedi ki: Bana da Hazreti Muhammed (S.A.)
geldi ve şöyle dedi: Zavallı Müslüman! Onların birini Isa semanın dördüncü katına çıkardı, öteki Musa cennetlerde dolaştırdı,
sen de zavallı yoksun, bari kalk da helvayı yemeye bak! O öyle buyurunca, ben de kalktım helvayı temizledim. Yol arkadaşları
dediler ki: Vallahi en iyi rüya senin gördüğün rüya imiş. Bizimkiler hep hayal ve batıl şeylermiş. Şimdi bu hikâyeden ne koku
aldın; bu kıssadan ne hisse kaptın? Nihayet niçin demiyorsun ki, tam vakittir, madem ki siz bağa gidiyorsunuz, ben de
kalkayım bal ve ilâç içeyim.
Kur an'da ne güzel incelikler, sırlar var. Nerede o güzel Muhammed ümmeti? Yalan bile söylese, Allah onu doğruya
çıkarır. Mümin yalan söyler mi? diyenlere, Hazreti Peygamber, evet yalan söyler, buyurdu. Ama yalanın ne yeri var burada?
Hamam suyunu bir adamın üzerine dökersen helaldir; insanlıktan haberi olmayan birinin üzerine dökersen haram olur. Buna,
ne hamamcı razı olur, ne de hamamcıyı yaratan.
Bir kaç ahmak haram mal topladılar. Biri dedi ki: Onu bana ver ki, helâl olsun! Allah bilir, ama öteki niçin helâl
olmasın, iş Allah bilir, demekle tamam olur.
Ey düğümler çözme uğruna ölüp giden zavallı! O hal buna göre bir zehirdir, yahut zehir cinsindendir. Bu inceliklerden
herhangi birinin düğümünü çözmek isteyenler nihayet ölmüşlerdir. Bir adam oğlu da bütün cihanla karşı karşıya gelmiştir.
Hazreti Peygamber buyurdu ki: "Eğer Ebubekir'in imanı bütün halkın imanı ile karşılıklı tartılsaydı, onunki yine ağır basardı."
Nihayet o ne idi ki, Hazreti Peygamber kendisi de ona getirdi? O, başka bir hal, daha üstün bir hal idi. Yine Peygamber,
"Benim ümmetim israil oğullarının (Musevilerin) peygamberleri gibidir," buyurdu. Ama ümmetimin fukarası demediler.
Peygamberlerin sığamadığı bir yerde ki o makamla öğünürler, o nasıl sığabilir? Dindarlık öyle bir şeydir ki, onu Allahnın bir
lütfü bir ihsanı görür ve iman getirirler. Hele hiç görmeden iman edenler daha başkadır. Nihayet kıble tarafına namaz kılmasını
emretti, çünkü her taraftan Kabe yönüne doğru namaz kılmak gerekiyor. Bu yönelişin farz olduğuna bütün dünya ufuklarında
söz birliği etmişlerdir. Müminler, Kabe'nin çevresinde halka olup secde ederler. Kabe'yi aradan kaldıracak olursan acaba
bunlar hep birbirlerine mi secde ederler? Halbuki onlar kendi gönüllerine secde etmiş olurlar. (M. 223) Tebliğ etti, beyan etti,
bildirdi. Gördüm, hep onu gördüm. Ama hep onu değil. Üstü kapalı söyleyeyim ki, Hallacı Mansur gibi olmayayım. Hayır!
Hallaç gibi olmanın zamanı geçti. Seyyid Hattat'ın dediği gibi, artık yazı öğrenmeyi senden kopya ettiğim zamanlar geçti. O
çağlar geri kaldı. O eksik idi; şimdi o peygamberlik bunlara yaraşır. Bütün o noksanlar Ebâyezid'in benzerlerindedir. Tebrizli
Zahid'e göre, bu böyledir. Bir gün onunla müritleri kaplıcaya gitmişlerdi; çok da yiyecek götürmüşlerdi. Ama ilk konakta
hepsini yemişler, hiç bir şey geri bırakmamışlardı, ikinci konakta bineklerinden indikleri zaman köylüler aç" olan Zahid'e koyun
kesmekle uğraşırken Zahid hemen eve girdi. Süzme yoğurt ile ekmek ve daha başka şeyler getirdiler; karnını doyurdu, koyun
kebabını beklemedi. Gece de kendisine getirilen yiyeceklerin hiç birine dönüp bakmadı. Dağıtın, dışarı götürün bunları dedi.
Gündüz akşama kadar uyursun ki, gece sevgili ile birlikte uyanık kalasın. Ben bir vakit istedim ki, sevgili ile geceleri
halvet olayım. Vuslat geceleri olsun. Gündüz uyumadım onunla. Ama faydasız uyku gelince, hayal bozguna uğrar. Gezip
dolaşma belli olmasın diye.
Hadiste buyurulmuştur: "On iki türlü hayvan, evvelce insanken işledikleri günahlar yüzünden kılık değiştirmişlerdir.
(Hadiste sözü geçen hayvanlar şunlardır: Maymun, domuz, köpek, fil, kurt, fare, kertenkele, yengeç, kaplumbağa, tilki, kirpi,
ayı! (Ç))" Acaba bu günahlar ne idi? dediler. Ama halk onlardan daha büyük ve daha çok günah işler. Bu hadisin dış anlamını
ele alırlar. Ne yazık ki, bu mânada anlarlar.
Öğretmenin biri dedi ki: Her ne kadar hep etrafımı gözden geçiriyorum, ama sana anlatacak bir şey bulamıyorum. Ne
söyleyeyim sana! Sen, Cüneydi Bağdadî'yi bu işlerde Allahlık mertebesine yükseltmişsin. Bari sen bir şeyler söyle! Cüneyd için
bir şeyler söyleyince, hemen çarh vurdu, raksetmeye başladı. Sebebi anlaşılamadı. Ondan sonra dedi ki,sen git kendi
makamına çekil. Eğer oraya erişebilirsen anlayabilirsin. Kendi makamına çekilince elini eline vurdu. Ah, dedi, anlaşıldı! Ama
geçen geçti, geri dönmesi mümkün değil. Titredim; o sırada aşağı gitti, mümkün olmadı.
Elbise karşılığı için ne derler? (M, 224) Zaman zaman yanlışlıklar yapan, utancından kıpkırmızı kesilen Serkeş
dedikleri biri vardı. Benimle pazara gider, oradaki pis döküntüleri yerdi. Şimdi de artık mal yiyordu. Hoş geldin sefa geldin,,
demeden öylesine kupkuru davranıyordu. Evet, benim o kervansarayda bir odam var; eğer buraya gelmese, şaka ve
edepsizlikler eder; o zaman da ben oraya giderdim. Aynı sofî şakalarına başlardık. Eğer başka birisini bulursam sen elimden
kurtulursun, yok bulamazsam elimdesin, derdi. Ateş yandığı zaman zahmet ve duman kokusundan çaresiz kalır, ateş
yanmadığı zamanlarda da kıştan perişan olurduk. Benim hemşehrim oluyorsun. Benden ne ücret istiyorsun, kime gideceksin?
Nereye kaçacaksın? Allah ona rahmet etsin deyiver, bu saatten Çabana kadar burada kal, iyi olursun! Vallah padişahlıktır bu;
çok bile.Eğer daha altı kişi olsa burada onlara ses çıkarmaz. O teraziyi, o mihenk taşını ve aynayı iyi korursan asla bir tarafa
eğilmez ve dolaşmazlar. Biri terazinin önüne geldi dedi ki: Bu yüz dinarı al bana iki yüz dinar ver ki, sana elli dinar ikram
edeyim. Bana bir bakış baktı ve uzaklaştı; bir ah çekti gitti. Ah ve feryat etti, inledi. Ben damda idim sağıma soluma baktım;
bu kimden bahsediyor dedim. Senden bahsediyorum, dedi. Senin elinden inliyorum, dedi. Tekrar sordum: Benim için mi
söylüyorsun? Evet, dedi, senin için. Hırkasını sırtına almış, sarığını külahını giymişti.Onu odasında görmeye geldiğim zaman
karşımda başı kesik tavuk gibiydi. Oturdum. Beni çağırdılar ki evimi göreyim. Gönlümde bir şey burkuldu, hoş bir şey. Öğle
sıralarında da gelmişti. Ona, âşık olacağım, dedim. Bu hadise meydana gelince o küpten aşk şarabını içmiş gibiydim. Ben
zahidim dedim, nasıl olur? Nur üstüne nur olur, dedi. iki yüzlü bir dostluk oldu bu.
Hüsrev ve Şirin hikâyesi gerçi gayret yönünden bana katı gelir. Ama anlaşma ve muhabbet yönünden hoşuma gider.
O can dostudur. Böyle değilse bir şey anlayamasın ondan.
Öğle sıralarında acele ile gidiyordum. Her taraf bom boş. Sanki melekler halkı o kadar oyalamış, onlarla öylesine
meşgul olmuş ki, iki sevgili birbiriyle gizli şeyler fısıldaşır gibi bir sessizlik var. Ben o acele yürüyüş sırasında kapıdan girmeye
çekindim, yüzümü doğruca binaya çevirdim. (M. 225) O yüksekten beni gördü, pencereyi açarak benim yolu bilmediğimi
anladı. Öyle bir delikanlı erkek idi ki, elini o duvara atsa duvarı titretirdi. Gönlü her kimi isterse onun devlet kapısında mutlu
yaşamaya razı idi.Yedi kitap üzerine yemin içti ve dedi ki: Hiç incinmem söyle! Allahya şükür ki, dedi, odur. Nihayet kanlı bir
sarhoş değildir, ikiüç gündür bana mürit olmuştur. Büyük bir sevinç ve neşe içindedir. Ancak biraz üzüntüsü var. Gerçi o
üzüntü bana göre önemsizdir. Ama başkalarının yanında büyük sayılır. Olmaya ki yolda hatırıma gelsin diyordum. Senin o
iyiliğin edebin ve olgunluğun bizce malûm; geri dönmek de artık mümkün değil. Orada dileklerimi dinler burada da bana
yalvarırdı.
Şamda bir adam vardı, bizi kabul etmedi, kaçtı. Başını kervansarayda duvara vurunca ağlamaya başlamış ve beni
istemiş. Aman bu adamı yakalayın, bana onsuz yaşamak imkânı kalmadı; benim ondan ayrı kalmam çok çetin, eğer benden
incindi ise bir kere olsun bana getirin, her neyim varsa ona vermek istiyorum, demiş. Yüce Allah, onu benim karşıma getirdi.
Zaten ben bu güne kadar o külahı arıyordum. Buyurdu ki: O külahın kimin başında olduğunu sana göstereyim. Nihayet o
külah benim başıma geçerse başım rahat olur. Bize daha buna benzer bir çok tatlı diller döktü. Ne olur açık söyleyemiyorum,
onu bana bağışlayasın demeye utanıyorum. Kutup geldi başını önüne eğdi. Sürmari'nin oğluna karısı, niçin bir şey
söylemiyorsun, deyince, adam, çocukluk etme, dedi. Görmüyor musun ki o oturmuştur, burada söz söylemeye imkân mı var?
Başını yere koydu, bir söz söyle bir şey emret, dedi. Onların halinden anlatmaya başladım. Bir yerde ki, yoksulluk, dervişlik
vardır, orada sözün ne yeri var? Sürmari'nin oğlu beni öğmeye başladı. Maksadı bir söz söyletmekti. Kutup, ahmaklık etme,
dedi; keyfine bak, burada hazır olduğunu bilmiyor musun? Bu sözden ona şaşkınlık geldi. Orada bulunan birkaç Arap da, vah
ey Şemseddin! Bu ne hal? Bu ne iş? diye mırıldandı.
Musa Paygamber henüz Hakkın içyüzünü anlayamamıştı. Ona, "kendini bana göster" dedi. "Allahım beni Muhammet
ümmetinden kıl!" diye yalvardı. Şu halde halkı neye davet ediyordu?
(M. 226) Allah nuru ona çakmıştı; beyaz el mucizesi de ondan daha üstün idi. Sultan buyurdu ki: Sen de köylülerin
gibi haraç ver.Ama sen diyordun ki, her kim sürüsünü hoş tutarsa şehir halkından daha tok gözlü olur. Nihayet o doğan kuşu
bin dinar değer. Bu gün bir kocakarının evine uçtu, ayağı bağlı idi. Siyah bir duman içinde kanadı ve gagası kapandı; o kadar
duman yuttu. Özgürlük çok hoş. Ama kanatlar açık ve boş olursa. Izzeddin, o bütün mavi boyaları herkese verdi. Bunlardan
biri ile de onun alnını ve burnunu işaretledi. O hiç aldırmadı, taklitçi değildi. Kendini ona verdi, tekrar ona verdi.
Ağlıyordum! Bayezid'in Makamat adlı eseri ile ZâdüsSalik'in kitabını niçin bana vermiyorsunuz, diyordum. Şeyh
gülüyordu; senin makamın nerededir? diyordu. Onun yaptığını sen de yapıyorsun. Nihayet ben de onun için istiyorum, böyle
ağlıyorum. Evet, dedim, benden bir şeyler geçti; bu yolda senin yoldaşın, dostun var mı? Evet, dedi, var. Ama onun evet
demesinden anlaşılıyordu ki, yoktur. Kılı kırk yarıyordum. Ne gariptir ki, bir nazenine naz ediyorsun. Bir nazeninin karşısında
nasıl naz edersin? diyordum. Sen başka bir yerde nazeninsin. Allahü Ekber (Allah en yücedir) diyorsun. En küçük olan
hangisidir? Yani bir kimse kendi kendine bir düşünse: Bir varlık ki, göklerin yaratıcısıdır; Arş'ı, Kürsü'yi, Nurları, Cennetleri
yaratmıştır. Sen ondan daha büyüğünü düşünebilir misin? Durma ondan daha ileri geç ki, ululuk bulasın, Hak ile birlikte
rahatça yaşayasın.
Şiir:
Ey bir cihanın tok gözlüleri vuslatına susamış olan sevgili!
Senden ayrı düşmek korkusu ile cihanın kahramanları titremekte,
Ceylânlar, senm gözüne bakmakla ne kazanırlar?
Ey zülfü aslanlara ayakbağı olan güzel sevgili!
Olaki, bu şiiri terennüm eden kimsenin ya bundan haberi yoktur, yahut da hal ehli değildir. Belki bir çiftçi, yahut bir
köylüdür o. Ne nazım'dan anlar, ne de düz yazı bilir. Ama bunları hep Hakim Senayı, Nizamî, Hakanî ve Attar mı söyler? (M.
227) Onların da o sözlerde birer payı vardır. Peyniri Pars denilen canavar da yer, o süt de içer. Yürekler paralar, ciğerler
söker, karnını doyurur. Herkesin bir azığı vardır.
Bu kancık tabiatlı zavallıyı görüyorsun. Bana sövüp sayıyor, açık cefalarda bulunuyor. Düşmanlar arasında ona ne
yaptım ben? Her ne kadar özür dilese de ona iyilikle cevap vermek gerekmez. Falan gün başını örttü, falan gün de ben böyle
söyledim. Dedi ki, keski burada olaydı eteğine yapışırdım. Bir öküz getirdiler Şehzade içerde yoktu. Öküzü gördü, ama
Şehzadeyi göremedi. Derviş kadınlarına bir şey söylemek, el kaldırmak yakışmaz. Ben her ne kadar zahirde ona aldırmam,
ama gerektir ki o da zahiri korusun, namaz kılsın, Allanın huzurunda duygulansın. Nihayet secde öyle birine karşı yapılır ki,
övmeye değer. Büyük Hamid, Büyük Izzeddin, Büyük Kemal'in her üçü de büyüktür. Bunları çağıralım. Ne var ki, ben
Kerimiddin'i severim; ama onu dinlemek istemem. İsterim ki, dnu götüreyim, kulağını yahut başını okşayayım. Ama
Muhammed'i, düşmanı da severim. Bu halde gerçek dost seni kabul ederse o gerçek dost değildir.
Hazretle kaç defa konuştuk. Bir kimseden incinirsem onu yakala. Şimdi bu saatte sana diyorum ki, haberim var, onu
yakala diyorum. Kalbim ağrıyor, sen de benim kalbimin ağrımasını istemezsin. Ben de onu istiyorum. Derman derdin olduğu
yere gider.
Aşk her ne kadar fazla olursa olsun, sevgili de olgunluğunu ye güzelliğini o kadar hoş gösterir, âşıka daha hoş
görünür. Bu sözün mânası nedir? Herkes sözden bir şey anlar, ama herkes kendi halini anlar. Söz söylerken herkes kendi
haline ait sözün yorumunu yapmış olur. Yoruma dikkat et ki, onun halinin ifadesidir o sözler.
Gördüm ki gebedir, içi doludur. Gittim elimi karnına koydum, bu ne gebeliktir, dedim. Köpek de yavrular doğurur.
Ben biliyorum ki, o zehirdir. Tattım, bana hiç ziyanı dokunmadı. Nasıl ki, Allah Kur'an'da, "Siz sanır mısınız ki, sizi boş yere
yarattım," (K. 23/117) buyurmuştur. Bu o demektir ki sizin yaratılışınız bir tesadüf eseri yahut boşuna değildir; bir dönüş
içindir. Eğer sen övüyorsan bu kötüleme ile ne işin var? Sen herkesi kötüledikten sonra, diyelim ki ağzın şeker doludur, peki
sirkenin senin ağzında ne işi var. (M. 228) Ağzın sirke ile doluysa, senin namaz kılmayısın sana utanç olmaz. Namaz kılmak
niçin sana utanç versin? Gördün ki orada arıklar vardır, utancın ne yeri var?
Adamın biri, başka birisi için kötü şeyler düşünüyordu. Öteki de onun hakkında aynı düşüncede idi. Arada üçüncü bir
adam vardı ki, hem onun hem de bunun dostu idi. Dedi ki: Şimdi bu iki hasım karşılaşacak, bakalım ne olacak?
Oradan gitti, onların karşılaşacağı bir yerde durdu ve bekledi ki dostu oradan geçsin. Ama o dost ile göz göze gelince onun
ayağına kapandı Öteki dost bunları görünce bıçağını yere fırlattı, o da aracı dostun ayağına kapandı; vah, dedi, sen
dostumsun demek. Ben şimdi dostumun dostunu nasıl öldürebilirim? Ali'nin düşmanı, Ebubekir'in dostu. Beni mi daha çok
seviyorsun, yoksa Seyid Burhaneddin'i mi? Benden asla ay almayacaksan, nasıl beni bırakır da kadınların aybaşı âdetleri ile
meşgul olursun9
Sen yoktun, dedi, bana başka biri geldi. Dedi ki: Hazreti Peygamber, yani kâinatın elçisi, şu duayı kimin için
buyurmuştur? "Allahım, beni yoksul olarak dirilt; yoksul olarak öldür, yoksullar topluluğu ile birlikte hasret! ' Sen niçin kendini
benlikten kurtaramıyorsun? Eğer o benlik davasından kurtulursan daha ileri gidersin. Bana açıkla diyordu. Bir gün Hazreti
Peygamber yolda yürürken kendinden geçmiş; dervişin biri, Peygamberin arkasından su sözleri mırıldanıyordu: Allahım sen
benim kulumsun, ben de senin kerem sahibi Rabbinim." Bunu işiten Peygamber yoldaşları hemen adamcağızı öldürmek
istediler.
Kuran'da, "Rahman Arşın üstündedir, Arşa hâkimdir," (K. 20/3) buyurulmuştur. O Arş denilen makam, Hazreti
Muhammed'in kalbidir; ondan önce bu makam yoktu da onun zamanında mı oldu?
Kuran'da Tâhâ sûresi, Hazreti Muhammed'in hikâyesini anlatır. "İncinme; bu Kur'an'ı sana zahmet vermek için
indirmedik" buyurulmuştur. Başka bir âyette, "Yerde ve göklerde ne varsa, Allahındır," (K. 2/206) buyurulmuştur. Burada
göklerden maksat, onun dimağı; yerden maksat da onun vücududur. Hep onun hikâyesi; Arş üzerine hâkim olmakta onun
halidir.
"Karanlıkta yürüyen yolunu sapıtır," buyurulmuştur. Her kim, o yüce Peygambere suret yönünden bakar da, mâna
yönünden bakmazsa sapkınlıkta kalır.
Beni ululayın, şanım ne yücedir! diyen adam Haktan bahsediyor. (M. 229) Ama Hak, nasıl olur da hayrette kalır9
Hakka kendi mülkünde hayret ve şaşkınlık isnat etmeknasıl caiz olur? Bunu söyleyen bir sofi idi. Afcıa Allah ondan bu
sarhoşluğu esirgemedi. Kendine geldiği zaman, ayıklık halinde derhal Allahdan mağfiret dilerdi.
Benim için pek az ihtiyaç var. Ama Mevlâna için öyle değil. Onun hoş bir tabiatı vardır. Eğer yeni bir şey olursa şöyle
der: Bir şey görüyorum nasıldır o? Meseleyi açıkça anlat. Siz, bana inanç gösteriyor musunuz? Ona başka türlü bakıyorsunuz.
O, bu kadar bilmez. Kaç kere dedi ki: Biz bir köşeye çekilelim de sizi böyle görmeyelim. Nefislerine uymazlardı, ürkerlerdi. O
halde onlat nasıl senin yolunu isteyebilirler? Onlar, nasıl olurda Bayezid'in içtiği kâseden içmek isterler?
Eğer ona, ey İbrahim, sen Kerim'in ne halde olduğunu ne biliyorsun? diye sorsam kendini küçük görür, gizlice gönül
alçaklığı gösterir.
Ben, Elif harfinin dümdüz olduğunu görünce sırtım iki kat oldu. Lam harfi dedi ki: Ben de Elif gibi dosdoğruyum.
Sakın dedi, lâf atma! Hiç öyle söyleme! Sen Lamsın. Kendini Lam bil! Bu halkı tanımak, Hakkı tanımaktan daha zordur. Onu
delil getirme yolu ile tanıyabilirsin. Yontulmuş bir ağaç görürsün; bilirsin ki, herhalde onu yontan biri vardır. Kendiliğinden
yontulmamıştır o. Ama bu halkı, görünüşte, sen kendin gibi sanırsın; fakat içyüzü bambaşkadır. Senin düşündüğünden,
tahmin ettiğinden çok uzaktır. Şimdi bu yontulmuş ağacı tanımakta şaşılacak bir şey yoktur. Ama onu yontan kimdir? Onun
ululuğu ne mertebededir? Onun sonsuzluğu nasıldır? Bunu ancak bu kimseler bilir, ama açıklamazlar. Mademki sen bu kapıyı
kendine açtın, çare yoktur; varsa söyle bu kapıyı nasıl kapayabilirsin? O kapı kendiliğinden kapanmaz. Bu zorluğu sen
çıkardın!
Bir topluluk vardır ki, gönülleri bağlamıştır. Haftadan haftaya bir kere gel de, Allah şöyle buyurdu, Allahın Resulü
böyle dedi, diye hatırına gelenleri onlara anlat. Gece gündüz hayır duanızla meşgulüm, Çünkü yolda kazalar vardır. Biri
gelecek kaza, öteki de hemen gelip çatan kazadır.. Gelip çatan kaza dua ile geri dönmez. Ama gelecek olanı dua ile geri
çevirebilirsin. Bazıları bizim Allahmız hoştur, bizim Allahmız iyidir, ama başkaları için değildir, jerler. Böyle bir heves içinde bir
Allah bulurlar. Bazıları da kendi hayallerini Allah sanırlar. Kur'an'da, "Allah kullarına lütfedicidir," (K. 42/17) buyurulmuştur.
(M. 230) Ayette (kullarına) buyuruldu, ama nerede o kullar9 Kumarbazın birini zamanenin adaletli veziri Şemseddini Tuğrai'nin
huzuruna götürdüler. Şemseddin, vakti.. Büzrüçmihri idi. Adam, bana inanır mısınız? dedi. Şeyh o adamları bana getirin,
buyurdu. Şemseddin sordu: Hangi şeyh? Filân şeyh, dedi. Vezir, eğer başkası olsaydı senin öcünü alırdı. Ama o eğer aranızda
ise git onun ayağına kapan! dedi. Kumarbaz, ulu vezirim, dedi, sen eğer bu işi yapacaksan, sana bir sıpa satın almak gerek,
ben de senin eşeğini sürerim. Vezir dedi ki: Mübarek gördün ki o bahtsız adam bana ne söyledi. O adam ki sayılı vezirlerin
huzurunda konuşuyor, lanet ona olsun. Ben yüz bin kere bu işi yaptım. Hiç benden işittin mi? Yahut hiç kimseye böyle bir şey
söylediğimi duydun mu? Sonra sordu: Sen balığı bilir misin? Kumarbaz, evet dedi, bilirim. O halde balığın nişanını anlat. Deve
gibi iki başlıdır, dedi. Ha, dedi, Vezir; sen balığı bilmediğin gibi deveyi de bilmediğin anlaşıldı.
O kargaya leş verme sonra alışır da her zaman ister. Sana, ölü eti gerekmez, diri eti yaraşır. Bu sözleri, maslahat
gereği şaka olsun diye söylüyordu; yoksa cimriliğinden değil. Öğrenmekle elde edilen zahir bilgilerinden kaçınma. Yoksa bana
bir yolda yürümek ne kadar zorlaşır di. Bunun en çetin feryat ve şikâyetini Bayezid de yapmıştır. Bunu söylemek ancak
Hazreti Peygambere yaraşır, dedin . Önce mazlum ve yumuşak bir halde geldi; görüyorsun ki bu yol için neler söyledi. Ben
geldim, dedim; sen ne yaptın? Benim için iki dirhem verdin, o da dağıtırken üç dirhem verdi. Mevlâna buyurdu ki: Başka neyin
var? Varsa bana bir kaftan verir misin?
Şahap, Şam'da diyordu ki: Benim için en akla yakın düşünce şudur: Allah kendi kendini bağlamıştır. Dilediği gibi
hareket etmez. Fahreddin'i Razî ise Sultan Muhammed Harzem Şahın yağlı lokmaları ile, giydirdiği kaftanların, verdiği
altınların hatırı için ona, kendi iradesiyle dilediği gibi hareket eder, demiştir.
Dedi ki: Hayat benim için öyle bir şeydir ki, ağır bir yük haline geldi mi, ağır bir hammal semeri gibi insanın
boynundan asılır, ayağı çamurda kalır. Eğer yaşlı ve arık bir hal almışsa, biri gerektir ki, onun ansızın urganını kessin de, o
ağır yük boynundan düşsün, o da böylece kurtulsun.
(M. 231) Şahab'm yanına geldiler, binlerce akla yakın sözler dinlediler. Ondan faydalandılar, secde ettiler. Dışarı
çıkınca dediler ki: bu bir felsefecidir. Her konuda bilgin olan bir filozoftur. Ben onları kitaptan sildim. O her şeyde bilgin olan
ancak Allahdır dedim ve şöyle yazdım: Filozof çok şeylerde bilgindir. Kıyameti anlatırken, dedi ki: Bir gün feleğin dönüşü
hareketini durdurursa, kıyamet o zaman kopar. Âlem nasıl yerinde durabilir? dedim. Derler ki peygamberler hikmet ehlidirler,
ancak halkın maslahatı icabı böyle söylemişlerdir. Hazreti Ali'nin buyurduğu gibi, eğer iş senin dediğin gibi ise, hep kurtulduk
demektir. O konuda insanlar acizdir. O bahsi konuşmaktan kaçınmak ve bu konuyu kesip atmak gerekiyor. Bu, Kur'an'da
buyurulduğu gibi, "Bir gün yeryüzü başka bir yerle değiştirildiği, gökler altüst olduğu zamanda ancak herşeyi yok eden tek
Allah kalacaktır," (K. 14/39) ve buna benzer ayetlerde ve yine, "O gün, gökleri kitap yaprakları gibi katlarız." (K. 21 /104)
anlamındaki âyette de anlatılmıştır. Şimdi bu görünen yeryüzünü ortadan kaldırır ve gökleri bir araya toplarlarsa, o zaman ne
olacaktır? Nihayet bunlar olacaksa o bilginler neyi hesap edecekler. Bunların gereği de yok.
Fahreddini Razî, felsefeciydi. Yahut da onlardan sayılırdı. Harzem Şah ile aralarında bir buluşma oldu. Fahreddin söze
başladı: Bütün bilgi dallarını inceledim, gelip geçenlerle şimdiki yazarların bütün kitaplarını gözden geçirdim. Eflatun çağından
bu güne kadar makbul sayılan her eserin benim nazarımda şüpheli olan taraflarını araştırdım. Her birini de açıkça ve aydın bir
görüşle inceden inceye okuyarak kafama yerleştirdim. Daha önce geçenlerin defterlerini altüst ettim. Her birinin yeteneğini
öğrendim, kendi zamanımın bilginlerini de çırçıplak meydana çıkardım.
Herbirinin bilgi derecesini anladım, dedikten sonra; falan fende, falanca fende diye sayıp döktü. Sonra işi öyle bir
noktaya getirdim ki, bende hiç bir vehim kalmasın, dedi.
Fahri Razî, sarayın ileri gelen emirlerindendi. Onu kötülemek için diyorlardı ki: Sende o ilimlerden başka bir bilgi daha
var, ama biliyoruz ki sen kâfirlerdensin! Korkarak kaçan bir kalabalık gördüm. Biraz daha gidince beni korkutmaya başladılar.
Onlar korkuyorlardı ki, sakın bir ejderha ortaya çıkıp da âlemi bir lokma gibi yutmasın. Ama benim ondan yana hiç korkum
yoktu. Biraz daha ilerledim, büyük geniş bir demir kapı gördüm; onun karşısında bir kapı daha vardı ki, tavsife sığmaz
derecede geniş fakat kapalı idi. (M. 232) Üstüne anahtar konmuş belki beş yüz batman ağırlığında vardı. O yedi başlı ejderha
buradaydı. Sakın, dedi, bu kapıya yaklaşma! Benim gayret ve yiğitlik damarım ayaklandı, kapıya vurdum, anahtarı kırdım,
içeri girdim. Bir böcek gördüm hemen, aşağı çektim ayağımın altında ezdim. Allah bilir...
Bu gün acaba neden onun bütün sözleri böcek üstünedir. Onun bütün kitapları, eserleri hep böcektir. Elif, herkesçe
bilinir ki, Eliftir; onu başka harflerle tanımlamaya gerek yoktur. Ama başka bilinmeyen harfleri açıklamak gerektir. B harfi ile
beraber bütün Ebced harflerini yorumlamak ister. Başkaları bunu anlamaz. Kur'an'a da yorum gerektir:
Elif harfi bağımsızdır. Allah kelimesinin başına oturmuştur. B harfi gönlünde onun sevgisini taşır, onun ayağına baş
koymuştur. Şimdi sen insaf et! Böyle bir yaşantıya kimin gücü yeter? Birine alçakgönüllülük gösterdim mi benden ürküyor;
düşmanca dışarı fırlıyor.
Mısra:
Nefsine ziyan verenin kime faydası olur?
Nihayet bunu uzaklaştırmak gerek. Bunun misali şudur: Şahlardan biri güzel bir Arap atına binmiş yoldan geçerken
köpekler her taraftan havlamaya başlar. Bundan şaha ne ziyan var? Belki faydası vardır. Tebriz'e daha erken varır; işine daha
çabuk yetişir. O köpekler, abteshanede geberir giderler. Şah da onlara karşı duyduğu merhametten dolayı der ki: Bana sizin
havlamanızın faydası oldu, benim işimi çabuklaştırdınız. Ancak ben kendi menfaatimden vazgeçtim, yemek zamanına daha
çabuk yetiştim.
Rahman ve Rahim olan Allanın adiyle başlarım. Allah adiyle. Allah adiyle söyle ki, odur, odur.
Şimdi bana gereken bu Haşr'in yani kıyamet gününde toplanmanın nasıl olacağını anlatmaktır. Bu ten, bu ceset, ten
olduğu müddetçe ne faydası var? Her kim ölürse onun kıyameti kopmuş demektir. O öz, Allah ile birlikte ölümsüzdür. Bunlar
da doğarlar.
Güneş bütün âlemi aydınlatır. Ağzından içeri giren o aydınlıkla, benim nağmelerimden dışarıya nur fışkırıyor. Siyah
harflar altında parlıyor.
Nihayet bu güneş geceleri de parlamaktadır. Yerlerin, göklerin yüzü onunla aydınlanıyor. Güneşin yüzü Mevlâna'ya
dönüktür, çünkü Mevlâna'nın yüzü de güneşe dönüktür.
(M. 233) "O imanlı kişiler ki, bizi arama yolunda savaşırlar, onları mutlaka yollarımızda hidayete eriştireceğiz," (K.
29/69) anlamındaki âyet, tertip bakımından maklup, yani devriktir. Benim için efendi konağı burada kurulmuştur. Uygunsuz
misafir gerekmez.
Gazneli Mahmud, Ayaz'a, burada otur, dedi. Ayaz'dan hiç itiraz beklenir mi? Şah istiyordu ki, Ayaz herhangi bir
durumda kendisine itiraz etsin. Acaba nasıl itiraz edecek; bunu öğrenmek istiyordu. Şah dedi ki: Benim gibi binlerce insan
kafasını bir pul için kestirenler, ibret alsınlar diye yaparlar bunu. Nasıl ki, Kazvinli zabıta âmiri idi ve annesini öldürdü.
Zındıklar anlasın ki, o hiç çekinmeden bu işi yapar. Çalgıcılardan birinin sesi kötü idi. Biri kendisine, yahu dedi, sen kendi
sesini işitmiyor musun? Çalgıcı dedi ki, şimdi işittiğim benim öz malımdır, konak sahibinin malı değildir, bu başka yerdendir.
Düşünmüyor musun ki, benim bu eve yol bulmaklığım, kendi kadınıma kavuşmaklığım gibi, Cebrail'den gelen bir gayret
yüzündendir. Bana iyi bakasın diye. Bana öyle yakın oldun karşımda öylesine saygılı oturuyordun ki, tıpkı bir evlâdın babası
önünde oturması gibi. Kendisine bir parça ekmek vereyim diye bana yönelmiş bir evlât sanki. Bu kuvveti hiç görmüyor
musun? Bu keli nasıl yola getireyim ki şaşıp kalasın! Ben bir maksadın peşinde koşarsam herkes tarafından beğenilirim. Nasıl
ki, Hazreti Peygamber (Selât ve selâm ona olsun), şahitlik meselesinde buyurdular ki: Bir şahit daha lâzım; olayda iki kişinin
tanıklık etmesi gerektir. Sonra, Zülyedeyn (Çifte elli) diye anılan sahabî, Ebu Muhammed Amr Bin Abd'ın şahitliğini iki kişinin
yerine kabul etti. Amr, bu hadiseye ben şahidim, dedi. Bunun üzerine hüküm verildi. Halvet olduktan sonra Hazreti
Peygamber ona sordu: Ben biliyorum ki, sen bu işte hazır değildin, nasıl şahitlik ettin? Amr, ey Allanın Resulü! dedi, bizim hiç
bilmediğimiz bu kadar gayıp âleminin haberlerini, başlangıç ve son hakkında verdiğin bilgileri kabul ettik, gerçekledik, bunlara
şahitlik ettik de, bu kadarcık bir şeyi mi esirgeyeceğiz? Bu sözler asıl konuşulanların tıpkısı değildir. Çünkü sözün aslı gönülden
kopmuş olan sözdür. Çünkü bütün gerçek sözler gönülden kopar.
Artık gel! Bizim işlerimiz var, ne kaçamak yapıp duruyorsun? Ayağına bir köstek mi vurmalı ki kaçmayasın! Köstek
kabul etmiyorsan, canımı, gönlümü ayaklarının altına sereyim. Yine faydası yok, bırakıyorum. Tene de yol yok. Falcının biri
Şaha, ey Şah! Adın nedir? dedi. Sana fal açayım. Şah, git, dedi, ey pezevenk! (M. 234) Babanın adı ne? deyince şimdi ona
iltifatsız davranmak gerek ki, buraya gelsin dedi. Sen ne kadar önde gidersen, arkadan gelen az olur. Güzel çocuklar böyle yaparlar; öğretmenleri de hep onlara evet derler.
Mısra:
O tatlı dudaklarınla beni yüzsüz eden sensin!
Sen naziksin, bizim bir çok sözlerimize karşı takat getiremezsin! Benim ağzım unla doludur; dışarı püskürürüm. Sen
zayıf düştün, bende de öyle bir kuvvet var ki, daracık bir deri içinde dayanıklı ve dirençliyim. Düşman onun önünde ne kadar
daha kuvvetli olursa ancak beni incitir. Sen hep inciniyorsun, zayıf düşüyorsun!
Beni binlerce kez incitseler bile daha kuvvetli olmaktan, daha yüce ve kudretli olmaktan başka bir etki yapmaz. Ben
cehenneme de, cennete de, pazara da gidebilirim; ama sen nazik ve narinsin, gidemezsin!
Her ilmi, Arapça olsun.başka dilden olsun Farsçaya çeviririm. Söyle ki söyleyeyim! Farsça odur, Arapça da budur.
Onun tabiatına, arzusuna göre konuşurum. Arapça odur ki, üstün bir Arapça olsun, doğru konuşulsun, uyku getirici olmasın.
Senin uykun, uyanıklık gibidir, ama yine de uyuma. Nasıl olur? Efendi uyanık, olsun da uşak uyusun! Öyle olsun senin uykun;
hep uyanıklık ve ayıklık olsun!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder